Sömürgecilik İklim Krizini Nasıl Doğurdu ve Hangi Yollarla Şiddetlendiriyor - İLKE Analiz

Sömürgecilik İklim Krizini Nasıl Doğurdu ve Hangi Yollarla Şiddetlendiriyor

Anuradha Varansi

Şu an yaşadığımız çağ jeologlar tarafından Holosen olarak adlandırılıyor, son büyük buzul çağının yaklaşık 11.700 yıl önce sona erimesinin hemen ardından başlayan bir çağ. Ancak yirmi yılı aşkın bir süredir bazı bilim insanları bu adlandırmanın oldukça demode olduğu kanısında. Buna karşılık, 2000 yıllarında “antroposen” (anthropocene) kavramının önem kazandığını söyleyebiliriz. Bu terim, insan faaliyetlerinin yerküreye, atmosfere ve okyanuslara nasıl hükmettiğini; iklimi ve ekosistemleri nasıl etkilediğini vurgulamaktadır.

Araştırmacılar bugüne kadar 1.300’den fazla bilimsel makalede Antroposen Çağı’ndan en son jeolojik dönem olarak bahsetmiştir. Bilim camiası Antroposen Çağı’nın hangi yılda başladığını tartışırken, bazı “yerli” ve “siyahi” akademisyenler bu terime karşı çıktılar.

Bazı akademisyenler,  iklim krizinin sömürgeciler, kapitalistler ve ataerkillerden oluşan azınlığın eylemlerinden ziyade evrensel insan doğasından kaynaklandığını varsaymaktadırlar. Aynı zamanda ‘Antroposen’in başlangıcı varsayılan 1950’lere kadar Dünya’nın istikrarlı olduğu iması, yüzyıllardır bu sistem tarafından sömürülen insanların tarihini inkar etmektedir.

Yerli akademisyenler ayrıca bu terimin insanlar, bitkiler, hayvanlar ve toprak arasındaki derin bağları ve bağlantıları koparan sömürgeci ideolojileri nasıl temsil ettiğini de ele almışlardır.

Columbia İklim Okulu’ndan Hadeel Assali, “Batılı sömürge mirası, Dünya’ya ‘bize hayat veren değerli bir varlık’ gibi davranmak yerine, doğal kaynaklarını istedikleri kadar çıkarabileceklerini ve Dünya’nın kendi kendini yenileyeceğini varsayan bir paradigma içinde işliyor” olduğunu belirtti.

Küresel Eşitsizliklerin Artması

2008 yılına gelindiğinde, Asya ve Afrika’daki ülkeler sömürge imparatorluklarından bağımsızlıklarını kazanmış ve sömürgeciler de anavatanlarına geri dönmüşlerdi. Yine de sömürgecilik kavramının geçmişte kaldığından söz edilemez. Sömürgecilik; Batı Afrika’dan Libya’ya, Filistin’den Ukrayna’ya ve askeri işgal altında boyun eğmek zorunda kalan yerlere kadar, gelişmekte olan ulusları ve azınlık toplulukları küresel çapta baskı altında tutmaya devam ediyor.

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), kuruluşundan bu yana geçen otuz yılı aşkın süre içinde “sömürgecilik” terimine ilk kez 2022 raporunda yer verdi. Öncü iklim bilimciler, sömürgeciliğin iklim krizinde tarihsel ve süregelen bir itici güç olduğunu kabul etti.

Raporda, “Yüksek kırılganlığa neden olan mevcut kalkınma zorlukları, özellikle birçok yerli halk ve topluluk için sömürgecilik gibi tarihsel ve süregelen adaletsizlik modellerinden etkilenmektedir” denildi. “Dünyanın dört bir yanından yetkililer ve bilim insanları artık sömürgeciliğin gezegenimizi ısıtmada ve onun pek çok armağanını yok etmede oynadığı önemli rolü kabul etmektedir.”

Sömürgecilik, çevreyi yağmalama ve halkları boyunduruk altına alma vaadiyle motive edilmiştir. Sömürgeciliğin yaygın ve kalıcı kurumları, iklim krizini ele almayı ve özellikle de adil ve eşitlikçi bir şekilde çözümler uygulamayı çok daha zor hale getirmektedir.

2021 yılında Nature dergisinde yayınlanan bir çalışma, düşük gelirli 78 ülkenin iklim krizinden daha fazla etkilenmesine rağmen iklim değişikliğinin Güney yarımküredeki etkilerinin daha az araştırıldığını vurguladı. Bu ülkeler aynı zamanda küresel ısınmaya yol açan emisyonlardan da en az sorumlu olan ülkelerdir; Afrika kıtasının tamamı yüzde 3,8 ile sera gazı emisyonlarında en düşük paya sahiptir. Buna karşılık, ABD küresel emisyonların %19’undan sorumluyken, Avrupa Birliği ise %13’ünden pay sahibidir.

İklim politikaları, yükselen deniz seviyeleri ve ekstrem hava olaylarından orantısız bir şekilde etkilenmelerine rağmen dünya genelinde yerli halkları dışlamaya devam etmektedir. Assali, “Sömürgeciliğin zararlarını tersine çevirmeden çevresel adalete sahip olamayız,” diye açıkladı. “Ancak hala iklim değişikliğinin sömürgeci köklerini ele almıyoruz.”

Çölleşme ve Ormansızlaşmanın Sömürgeci Kökenleri

19. yüzyılın sonunda, Kuzey ve Batı Afrika’daki Fransız sömürgeciler, kırsal toplulukların yüzyıllardır kullandıkları geçimlerini sağladıkları tarım yöntemlerini (subsistence agriculture) uygulamalarını yasakladı. Bu da kısa süre içinde kapsamlı bir çevresel bozulmaya yol açtı. Yerel halk, Kongo Nehri’nden Sahel’e kadar uzanan Fransız Ekvatoral Afrikası boyunca pamuk tarlaları ve diğer ihracata yönelik ürünler için ormanları kesmeye zorlandı. Bu bölgelerin toprakları nem kaybettikçe ve arazi bitki örtüsünü yitirmeye başladıkça, bir Fransız sömürge ormancısı “çölleşme” terimini ortaya attı. Sömürgeciler daha sonra, kendilerinin neden olduğu çevresel bozulma için göçmen kabilelerin ve diğer yerli halkların arazi yönetimi uygulamalarını suçladılar.

Hadeel Assali, “Yerlilerin yaşam biçimi, sömürgecilerin zorla uygulamaya koyduğu, Batı’nın dayattığı özel mülkiyet ve ihracata yönelik ürün yetiştiriciliği fikriyle uyuşmuyor” dedi.

Bugün, tarih İsrail’in Filistin üzerinde uyguladığı politikalar ile tekerrür ediyor. Filistin’in güney bölgesinde, bir zamanlar bölgede yaşayan ve tarım yapan Filistinli nüfus, büyük ölçüde Gazze Şeridi’ne sürüldü ve İsrail hükümetinin Ürdün Nehri’nin yönünü değiştirmesi ve sayısız yerli zeytin ağacını sökmesinin ardından bölge şu anda yaygın bir çölleşmeyle karşı karşıya. İsrail devletinin kuruluşunun ve yerli Filistinli toplulukların yerlerinden edilmesinin ilk aşamalarında, İsrail-Avustralya ortak projesiyle Filistin’in güneyindeki “bataklıkları kurutmak” amacıyla yerli ağaçlar ve bitki örtüsü yerine binlerce okaliptüs ağacı dikildi.

Hadeel Assali, “Bu, insanları topraklarından mahrum bırakmanın bir yoluydu çünkü okaliptüs ağaçları tüm eski su kuyularını ve diğer su kaynaklarını kuruttu,” diye ekledi. “İsrail çevresel açıdan sürdürülebilir ve yenilikçi olduğunu iddia etse de -aslında kuruluş efsanelerinden biri de çölün çiçek açmasını sağlaması’dır. Aktif olarak Filistin’i çölleştirmekte ve toprağı sömürü amaçlı kullanmaktadır.”

Yerleşimci sömürgeciliği, Yeni Zelanda’da da benzer şekilde orman örtüsü ve biyolojik çeşitliliği üzerinde yıkıcı etkiler bırakmıştır. Decolonial Atlas’a göre, 1840 yılında Avrupalı yerleşimciler Māori kabilelerinin topraklarına el koymaya başladı ve 1939 yılına kadar ülkenin büyük bir kısmını ele geçirdi. Sömürgecilerin ana hedefi ormanlardan mümkün olduğunca çok kereste elde etmekti.

Māori kabilelerinin toprak varlıkları azaldıkça Yeni Zelanda’nın orman örtüsü de azaldı. Günümüz Yeni Zelanda’sında Avrupa kolonizasyonu öncesine kıyasla en az yüzde 60 daha az orman bulunmaktadır. Bu habitat kaybı düzinelerce endemik kuş türünün yok olmasına da neden olmuştur.

Sömürge Korumacılığının Kalıcı Etkileri

Avustralya’da 1700’lerin sonlarında İngiliz sömürgeciler, Avustralya’nın güneyinde yüzyıllardır süregelen yerli uygulaması “kontrollü yakmayı” yasakladı. Kontrollü yakma, orman tabanlarında düşük yoğunluklu yangınların kullanılmasını içerir. Yerli yangın yönetimi, yaz aylarında oldukça yanıcı hale gelen orman zeminindeki kalın kuru bitki örtüsü katmanlarından etkili bir şekilde kurtulmaya yardımcı olur.

Columbia Üniversitesi’nde antropoloji profesörü olan Paige West, “Avustralya’da binlerce yıldır var olan Aborjin yangın yönetimi uygulamalarının biyolojik çeşitliliği arttırdığını gösteren pek çok veri var. Ancak yerleşimciler kontrollü yakmayı yasakladıktan sonra bunun ülkenin güney eyaletlerinde feci sonuçları oldu.” demektedir.

Avustralya’nın güneydoğusundaki 2019 orman yangınlarından çıkan duman

Son iki yılda Avustralya’nın güneyindeki orman yangınlarının yoğunluğu on kat artmıştır. Buna karşılık, kontrollü yakmanın hiçbir zaman yasaklanmadığı ülkenin kuzey kesimlerinde orman yangınları çok daha az yıkıcı olmuştur.

Yaklaşık 5.000 mil ötede, İngiliz kolonizasyonu Hindistan’ın batı Himalaya bölgelerinde daha yoğun ve sık orman yangınlarına neden olmuştur. İngilizler 1800’lerin sonlarından başlayarak bir asırdan fazla bir süre boyunca meşe ve sedir ormanlarının çoğunu ticari amaçlarla kestiler. Daha sonra orman yangınlarına dayanıklı olan bu doğal ormanların yerine reçine elde etmek için büyük ölçekli çam plantasyonları kurdular. Her yaz, kuru çam iğneleri Hindistan Himalayaları’nın çeşitli bölgelerinde büyük orman yangınlarına neden olmaktadır.

West, “Çevresel yıkımın izlerinin sömürgecilik ve emperyalizme kadar sürülebilir” olduğunu belirtti ve şunları ekledi: “Günümüzdeki koruma müdahaleleri de bir ölçüde bu sömürgeci mirasın bir parçasıdır.”

“Pek çok koruma projesi, hiperkal (hiperlocal) kararlar almak için dışarıdan birilerini getiriyor. Sonunda işleri daha da kötüleştiriyorlar çünkü o bölgenin kırsal ve yerli halkına nadiren danışıyorlar.”

West ayrıca, Güney Afrika’da İngiliz sömürgecilerin koruma alanları fikrini, ganimet olarak avlayabilecekleri vahşi hayvanlara odaklanmak için teşvik ettiklerine dikkat çekti. “Bu beyaz sömürgeci koruma alanları ideolojisi, dünyadaki belirli yerlerin ‘vahşi’ olarak kabul edilmesi için insanlardan arındırılmış olması gerektiğini dikte ediyor. Yani bu yerler sadece seyredilmek içindir.”

Devam eden sömürgeci koruma çabaları küresel çapta yerli toplulukları etkilemeye devam ediyor. Topraklarına erişimlerini kaybediyorlar ve artık tarım, balıkçılık veya avcılık yoluyla geçimlerini sağlayamıyorlar.

Deutsche Welle’nin bir raporuna göre, bu durum Malezya’da Doğu Sabah’ın Bajau Laut’u olarak bilinen göçmen bir yerli grubunun başına geldi. 2004 yılında ana balıkçılık alanları Tun Sakaran Deniz Parkı’na dönüştürüldü. Beş yıl sonra balıkçılık yasaklandı ve kabile topluluğu ana gıda ve gelir kaynaklarına erişimini kaybetti.

“Kirlilik Sömürgeciliktir”

2021 yılında, Newfoundland Memorial Üniversitesi’nde coğrafya alanında doçent olan Max Liboiron, kirliliğin ana nedenlerinin hem kimyasallar hem de sömürgecilik olduğunu savundukları “Kirlilik Sömürgeciliktir” başlıklı bir kitap yayınladı.

Assali ve Liboiron gibi akademisyenler, dünyanın hangi bölgesinde olursa olsun, toprak ve okyanusları çöplük olarak kullanma hakkının sömürgecilikten kaynaklandığına dikkat çekmiştir. Kirlilik seviyelerini azaltmak için düzenlemeler yapılsa da, yasalar hala bazı seviyelerde kirliliğin oluşmasına izin vermektedir.

ABD ve Kanada gibi sanayileşmiş ülkelerde bu durum azınlıkları orantısız bir şekilde etkilemektedir. Her iki ülkedeki yerli, Hispanik ve siyah topluluklar, beyaz meslektaşlarına kıyasla çok daha yüksek hava ve su kirliliği seviyelerine sahip ilçelerde yaşamaktadır.

Kanada’daki sera gazı emisyonlarının en büyük kaynağı, Kızılderili rezervasyonlarında katran kumu çıkaran petrol ve gaz sektöründen kaynaklanmaktadır Bu durum da kabile topluluklarının temiz suya erişimini kaybetmesine ve yüksek düzeyde hava kirliliğine maruz kalmasına neden olmaktadır. Yerli topraklarını gasp etmeye devam eden bu ticari faaliyetlerin kökleri sömürgeciliğe dayanmaktadır.

Petrol ve gaz; ABD, İngiltere ve AB tarafından tüketilen plastik ve diğer tek kullanımlık ürünlerin üretilmesi için çıkarılmaktadır. Plastik kirliliğini geri dönüştürme ve yakma görevi ise gelişmekte olan birkaç Asya ülkesine düşüyor. Eski sömürge imparatorlukları, gelişmekte olan ülkeleri tehlikeli atıklarından ucuza kurtulmaya zorlayarak sömüren “atık sömürgeciliği dediğimiz bu adaletsiz uluslararası ticareti kurdu.

Atık sömürgeciliğinin etkileriyle en çok mücadele eden ülkeler Endonezya, Vietnam, Filipinler ve Sri Lanka‘dır. Bu ülkeler her yıl milyonlarca ton plastik atığı geri dönüştürmek ve yakmak gibi büyük bir zorluğun üstesinden gelmekle meşgulken, aynı zamanda kirliliği yönetmekte “başarısız” olmakla suçlanıyorlar.

Aynı zamanda, Dünya Ekonomik Forumu Almanya’yı dünyanın en büyük geri dönüşümcüsü seçti, ancak ülke en büyük plastik atık ihracatçısı olmasıyla da ünlü. Almanya her yıl ortalama bir milyon tonun üzerinde plastik atık ihraç ederek AB’deki diğer tüm ülkeleri geride bırakıyor.

2018 yılında Çin, diğer sanayileşmiş ülkelerden atık ithalatını yasakladı. Bunun ardından Vietnam, Batı’dan gönderilen plastik atık miktarında dramatik bir artışa tanık oldu ve 2025 yılına kadar plastik atık ithalatını yasaklamayı planladığını açıkladı. Şu anda Batı ülkelerinden gelen plastik kirliliğini geri dönüştürülebilir ve geri dönüştürülemez olarak ayıran işçiler günde 6 dolardan daha az kazanmanın yanı sıra plastik yakarken rutin olarak zehirli dumanlara maruz kalıyorlar.

Assali, “Emperyalizm ve sömürgeciliğin süregelen bu mirasları değişmediği sürece, çevresel adalet ve iklim değişikliğinin hafifletilmesi için çok az umudumuz var,” dedi.

Assali, “Dünyamızın nasıl işlediğini tam olarak anlamak için dekolonizasyona odaklanan yeniden eğitime ihtiyacımız var,” diye ekledi. “Ancak o zaman içinde sıkışıp kaldığımız sömürgeci yapı ve kurumlardan farklı bir gelecek tasavvur etmeye başlayabiliriz.”

***

Anuradha Varnasi’nin 21 Eylül 2022 tarihinde State of the Planet’te yayınlanan “How Colonialism Spawned and Continues to Exacerbate the Climate Crisis” başlıklı yazısı İLKE Analiz okurları için Elif Feyza Dinç tarafından tercüme edildi. Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve İLKE Analiz’in editöryal politikasını yansıtmayabilir.

0 yorum

Diğer Yazılar