Aksa Tufanı ve Yeni Bölgesel Düzen Arayışı - İLKE Analiz

Aksa Tufanı ve Yeni Bölgesel Düzen Arayışı

Ahmet Emin Dağ

7 Ekim tarihinden bu yana yaşananlar, bir asra yaklaşan Filistin-İsrail çatışmasının en şiddetli aşamalarından birini oluşturmaktadır. Bu, kendi topraklarındaki bir işgalciyi kovmak için mücadele veren meşru Filistin direnişi ile yasadışı işgalini sürdürmeye çalışan Siyonizm’in uzun dönemli kavgasıdır. Bu yönüyle Ekim başındaki Hamas operasyonları, Filistin’de çatışmasızlık halini bitiren bir hamle değil, var olan çatışmada Filistin lehine bir kazanım elde etme amacını taşıyan taktik bir savaştır. Dolayısıyla bu operasyonlar öncesi Orta Doğu’da ve Filistin’de tam bir barış atmosferi vardı da Hamas bu ortamı bozmuş değildir. Bunun zamanlama olarak Orta Doğu’daki birçok aktör açısından beklenmedik bir döneme denk geldiği doğrudur, ancak Filistin direniş tarihi açısından oldukça isabetli bir zamanlama olduğu anlaşılmaktadır.

Her şeyden önce 1996 yılında Benyamin Netanyahu’nun İsrail’de iktidara gelmesinden bu yana zaten tıkanmış olan barış süreci, Filistin halkı açısından tam bir hayal kırıklığı oluşturuyordu. Filistin direniş gruplarının İsrail’i masaya oturtmak için yaptığı eylemler ve Yaser Arafat’tan itibaren siyasi liderlerin siyasi çabaları her hangi bir sonuç getirmemişti. Oslo Anlaşması’ndan beri İsrail ile masaya oturan ve kendilerine 5 yıl içinde bağımsız devletlerini kuracakları yönünde sözler verilen Filistin halkı, son 30 yıla yakın dönemi bu büyük hayal kırıklığı içinde geçirmektedir.

İşgalciler ile barış anlaşması onlara bağımsızlık getirmediği gibi, verilen sözler tutulmamış, İsrail’in katliam siyaseti sürmüş ve Filistin topraklarını ve Filistinlileri kolayca ezilebilecek bir tebaa haline getirmiştir. Bu sözde çatışmasızlık döneminde Şeyh Ahmet Yasin, Abdülaziz er-Rantisi ve Yaser Arafat başta olmak üzere birçok Filistinli lider öldürülmüş, Filistin kentlerinde katliamlar hiç durmamıştır. 2000 yılında Aksa İntifadası ile duruma isyan eden Filistin halkı Siyonistlere ve uluslararası güçlere mesajını güçlü biçimde son defa verdiyse de işgalcilerin buna cevabı yeni katliamlar olmuştur. İntifada sürecinde 5 bine yakın Filistinli hayatını kaybetmiş, 2006 yılından itibaren uygulanan ablukalar nedeniyle bölge yaşanamaz hale gelmiştir. Buna ilave olarak 2008 ve 2014 yıllarında İsrail’in Gazze’ye yönelik iki büyük katliamında, 4 bine yakın Filistinli sivil birkaç hafta içinde acımasız şekilde katledilmişti. Nitekim İsrail ile barışmak, Filistin halkına siyasi ve ekonomik bağımsızlık getirmediği gibi, keyfi suikastları ve ölümleri de engelleyemiyordu.

Filistin halkının abluka ve sindirme sebebiyle yaşadığı trajediler artarak sürerken bölgede “İbrahim Anlaşmaları” adı altında İsrail ile normalleşme süreci sanki her şeyin normal gittiği gibi bir izlenim oluşturmuştu. Tüm bölge ülkeleri İsrail ile normalleşirken Filistin halkının içinde bulunduğu koşullarda herhangi bir değişim olmadığı gibi, ezilen bir halkın acıları görmezden geliniyordu. İsrail ile normalleşme ve yeni Orta Doğu, adeta Filistin toplumunun trajedileri üzerine inşa ediliyordu.

Bu arada 2011 yılından bu yana bölge ülkelerinde çalkantılara neden olan Arap Baharı, birçok Orta Doğu ülkesinde dengeleri değiştirmeye başlamıştı. Tunus, Mısır, Yemen, Libya, Suriye, Irak ve Lübnan’da değişim için sokaklara dökülen milyonlarca insan, on yılın sonunda gelinen aşamada elleri boş bir şekilde ve yüzbinlerce evladını yitirmiş olarak evlerine dönmüştür. Bunun en önemli nedeni ise, devrim süreçlerinin başında demokrasi yanlısı gösterilerin yanında görünen Batılı ülkelerin birkaç ay içinde bu politikadan vazgeçmeleri oldu. Batılı güçler, Arap Baharı’nın bölgede yeni bir İslamcı dalga oluşturarak statükoyu sarsmasından ve İsrail’in güvenliğini tehdit edecek bir dönemin başlamasından korkuyordu. Bu nedenle, devrimci güçlere verdikleri desteği çekerek kendi koşullarını kabul eden yeni rejimlere destek vermeye başladılar. Böylece devrime kalkışan ülkelere demokrasi gelmese de Batı desteği gelmiş ama bunun bedeli, İsrail ile normalleşen bir Orta Doğu olmuştu.

Tam bu aşamada Filistinli mazlumların sesini gür bir şekilde duyurmak ve Siyonist işgalcilere “Biz rahat değilsek siz de olamazsınız!” mesajı vermek için bundan daha uygun bir zaman bulunamayabilirdi. Zira Filistin davasının potansiyel Arap destekçilerinin dahi İsrail ile yakınlaşma yarışına girdiği bir süreçte, biraz daha geç kalınması halinde bölgede inşa edilecek İsrail merkezli yeni düzende işler çok daha zorlaşacaktı. Böylesi bir ortamda Filistin haklı davasının ve direnişinin meşruiyeti bir yana, Filistin halkının varlığı bile birçok rejim için baş ağrısı haline geliyordu. Zira Filistin halkı ve direnişi var olduğu sürece, diğerleri bir türlü İsrail ile normalleşemiyordu.

Böylesi bir bölgesel atmosfer içinde Filistin direnişinin karar vericileri için en önemli şart, kendi potansiyellerinin yeterli olup olmadığını ölçmekti. Bunu yaparken, ömrü İsrail’den daha eski olan İslami direnişin tüm çıktıları hesap ettiğine kuşku yoktur. Burada, Gazze’nin direnme potansiyelinin farkında olmak önemli bir veri olmakla birlikte; tarihi düşman İsrail işgal rejiminin, savaşı ne kadar uzun süre devam ettirebileceğini hesaplamak da bir diğer önemli veridir. Geçmiş savaşlar göstermiştir ki işgal güçleri bir savaşı ne kadar uzun sürdürmeye kalksa o kadar yenilgiye yaklaşıyordu. Yani İsrail açısından kısa süreli yapacağı hava saldırıları ve vereceği zarar, uzun vadeli çatışma ve savaşlardan daha tercih edilebilir bir seçenekti. Direniş güçlerinin amacı, İsrail’i hiç istemeyeceği uzun dönemli bir çatışmanın içine çekmek ve zamana yayılmış bir savaşta yıpratmaktı. Bu da ancak Siyonistlere büyük bir darbe vurmakla olabilirdi.

Çatışmanın doğası göz önünde bulundurulduğunda, bunun üçüncü bir intifada olmadığına ama büyük bir hamle olduğuna kuşku yoktur. Zira, İsrail’e karşı bir mücadeleyi İntifada olarak tanımlayabilmek için onun tüm Filistin halkının katıldığı kapsamlı bir isyan şeklinde olması gerekirdi. Bu anlamda 1987’deki Birinci ve 2000 yılındaki İkinci Filistin İntifadaları, işgale karşı iki büyük halk ayaklanması şeklinde gerçekleşmişti. Her iki intifadada da Filistinliler, İsrail’in işgali ve baskıcı politikalarına karşı protestolar, gösteriler, sivil itaatsizlik, boykot ve silahlı saldırılardan oluşan kapsamlı bir karşı koyuş sergilemişti.

7 Ekim 2023 tarihinde Hamas’ın başlattığı saldırılar ise, geniş kapsamlı bir halk ayaklanmasından daha ziyade, direniş güçlerinin işgalcilere karşı şok edici bir hamlesi olarak gerçekleşmiştir. Ekim saldırıları, daha önce görülmemiş bir ölçekte ve şiddette yaşanmış, Siyonistlerin elindeki şehirlere binlerce roket atılırken ilk defa işgal ordusu hareket edemeden etkisiz hale getirilmiştir. Buna karşın İsrail işgal ordusunun karşı hamlesi, her seferindeki gibi Gazze Şeridi’ne ağır hava saldırıları düzenlemek ve sivilleri katletmekten ibaret kalmıştır.

Gazze’de yaşanan yıkıma ve özgürlük uğruna ödenen tüm bedellere rağmen Filistin halkı direniş kabiliyetini ve kararlılığını korumaktadır. Kökenleri neredeyse bir asrı bulan bağımsızlık mücadelesinde Filistin halkı buna benzer fedakârlıkları çok defalar yapmıştır. Onlar, çocuk sahibi olurken dahi bu çocukların en az yarısının İsrail ile mücadelede şehit olacağını bilerek büyütmektedirler. Dolayısıyla Siyonist işgal güçlerinin Gazze’de yürüttüğü tüm yıkıma ve katliamlara rağmen Filistin halkının geri adım atacağını beklemek naiflik olacaktır. Hatta son katliamlar, direnen bu halkın Siyonizm’e öfkesini daha da büyütmüş ve yeni taktiklerle bir sonraki hamlenin hazırlıklarına çoktan başlanmıştır bile.

Bu savaş nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, Filistin-İsrail mücadelesinde tarihi biri dönüm noktası olacak ve Kudüs ile Filistin özgür olmadığı sürece Orta Doğu’da kimsenin rahat edemeyeceği anlaşılmış olacaktır. Filistin halkı Kudüs’ün özgürlüğü konusunda üzerine düşen tüm fedakârlığı yapmıştır ve yapmaya devam etmektedir. Bu aşamada asıl merak edilmesi gereken husus, Kudüs’ün korunması konusunda en az Filistinliler kadar sorumlu olan diğer İslam halklarının ne yapacağıdır.

Son çatışmalar, direniş güçlerinin İsrail’e karşı oyun değiştirici bir gücü olduğunu bir kez daha göstermiştir. Kendi düşmanının zaaf noktalarını iyi bilen direniş güçleri, Filistin toprakları üzerinde inşa edilmiş yasadışı Yahudi yerleşim birimlerinde hayatı çekilmez hale getirmek için elindeki imkânlarla mücadele etmektedir. İslam dünyasının halklarına düşen ise, maddi ve manevi olarak ile Filistin mücadelesinin yanında olmaktır.

Neredeyse tüm Batı ülkelerinin askeri ve ekonomik güçleriyle İsrail’in yanında olduğunu gösterme yarışına girdiği bir dönemde, İslam dünyası da mazlum Filistin halkının yanında olduğunu daha somut adımlarla göstermelidir. 7 Ekim tarihinden beri Filistin halkı siyasi ve askeri olarak tek kalmıştır. İslam dünyasının elinde Amerika kadar güçlü silahları olmasa bile, o silahlar kadar etkili olabilecek farklı imkân ve potansiyeller olduğuna kuşku yoktur. Özellikle bölge ülkelerinin bu konuda yapabileceği çok farklı seçenekler vardır.

Gazze savaşı, tüm kayıplarına rağmen Filistin halkının direniş ruhunun ve kararlılığının daha da güçlenmesini sağlamıştır. Buna karşın, halkın teslim olacağını uman bölgesel ve uluslararası aktörler düzeyinde ciddi bir krize de yol açmıştır. Dünya ülkelerini ikiye bölen krizde Filistin direnişinin, yani haklının, yanında yer alanlar ile işgalin, yani haksızlığın, yanında yer alanlar iyice ayrışmıştır. Bundan sonraki bölgesel düzenin nasıl şekilleneceği, bu iki cephenin rekabetiyle ortaya çıkacaktır.

***

Görsel: Filistinliler Gazze Şeridi’ndeki çitlerin önünde imha edilen İsrail tankının önünde Filistin bayrağı açarak kutlama yapıyor. (AP)

0 yorum

Diğer Yazılar