İsrail-Filistin arasında yaşanan çatışmanın ikinci ayına geldiğimiz bu süreçte, binlerce sivilin öldürülmesini, temel hak ve özgürlüklerin ihlalini ve yaşanan insanlık trajedisini dünyaca izliyoruz. Savaş hukuku normlarına aykırı birçok unsurun yaşandığı Gazze’de, sivil nüfusu hedef alan saldırıların gerçekleştiği, temel gereksinimlere erişimin engellendiği, okul, ibadethane ve hastanelerin saldırıların hedef noktası olduğu ve sistematik bir yıkım kampanyasının başlatıldığı görülmektedir. İsrail’in Gazze’ye yönelik insanlık dışı ablukası, bölgedeki 2 milyon sivili etkilemektedir.
7 Ekim 2023 tarihinde, Hamas’ın askeri kanadı, İzzeddin Kassam Tugayları’nın başlattığı Aksa Tufanı operasyonu son iki ayda yaşanan çatışmaların başlangıcını oluşturmaktadır. Ancak Filistin ve İsrail çatışmasının, 1948 yılında Filistin topraklarında kurulan İsrail devletinin ilanından bugüne devam ettiği görülmektedir. 2007 yılında Gazze Şeridi’nin Hamas’ın yönetimine geçmesi ile birlikte, İsrail bu bölgeye havadan, karadan ve denizden abluka uygulamaya başlamıştır. 15 yıldır devam eden abluka sürecinde, bölgeye giriş çıkışları kontrol altına alan İsrail, gıda ve tıbbi malzeme başta olmak üzere birçok ürünün, BM ve insani yardım kuruluşları üzerinden girişine izin vermektedir.
Tarihsel süreç değerlendirildiğinde, Gazze’de yaşanan hak ihlallerinin, Aksa Tufanı operasyonu ile yıkıcı boyutlara ulaşmasının yanında, 1948 yılından itibaren Filistin topraklarında yaşandığını söyleyebiliriz. Hak ihlallerinin başında, 1947 yılında BM Genel Kurulu kararı ile sınırları belirlenen Taksim Planı’nın uygulanmadığı yine aynı karar doğrultusunda, Kudüs’ün silahlardan arındırılması ve uluslararası bir yönetim tarafından yönetilmesi unsurları hayata geçirilmediği görülmektedir. İsrail’in fiili işgali ve Kudüs statüsüne bağlı kalmaması temel hak ihlali olarak tanımlanmaktadır. Bununla birlikte, Yahudi yerleşimcilerin planlı göç ettirilmesi, BM’de alınan kararlara rağmen yasa dışı yerleşim birimlerinin sayılarının artırıldığı bir diğer unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.
İşgal sonrası yaşanan bir diğer durum ise, Filistinli tutukluların durumu ile ilgilidir. BM raportörü Francesca Albanese tarafından sunulan raporda, 1967 yılından günümüze, 12 yaşın altındaki çocuklar dahil 800 binden fazla Filistinlinin İsrail tarafından tutuklandığını kaydedilmiştir. Filistin Esirler Cemiyeti’nin açıklamalarında, 1967 yılından bu yana İsrail hapishanelerinde 73’ü tıbbı ihmal nedeni ile olmak üzere toplamda 231 Filistinli’nin hayatını kaybettiği aktarılmıştır. BM raporları İsrail’in 200 farklı işkence yöntemini uygulayarak gözaltında bulunan tutukluları cezalandırdığını ifade etmiştir. Aksa Tufanı Operasyonu sonucu esirlerin takası ile serbest bırakılan Filistinli tutukluların ifadeleri bu süreci doğrular niteliktedir. “Harp Zamanında Sivillerin Korunmasına İlişkin Cenevre Sözleşmesi” (1949) ve “BM İşkenceye Karşı Sözleşme” (1984), kişilere insani muamele edilmesi çerçevesinde davranılması gerektiğini ve bu kişilerin hayatına, vücut bütünlüğüne zarar verecek faaliyetlerden kaçınılması, işkence, eziyet içeren eylemlerin yasak olduğu ve bireyin onurunu ve güvenliğinin koruma altına alınmasını garanti altına almıştır. Ancak İsrail, 1967 yılından itibaren, tutuklulara ve ailelerine karşı uluslararası hukuku ihlal etmeye devam etmektedir.
İsrail tarafından Filistinlilere yönelik siyasi, ekonomik, sağlık ve eğitim başta olmak üzere birçok alanda gayriinsani uygulamaların yaşandığı meselenin bir diğer boyutunu göstermektedir. Tarihsel süreç içerisinde, İsrail’in düzenlediği, Koruyucu Kalkan Operasyonu, Bulut Sütunu Operasyonu, Koruyucu Hat Operasyonu, Dökme Kurşun Operasyonu, sırasında, 10.000’in üzerinde Filistinli hayatını kaybetmiştir. 7 Ekim’den bu yana ise hayatını kaybeden Filistinlilerin sayısı 15 bini aşmıştır. Öldürülen Filistinlilerin 6 bin 150’den fazlasının çocuk ve 4 binden fazlasının kadın olması, çatışmada sivillerin hedef alındığını açık bir şekilde göstermektedir.
İsrail’in bombardımanı ve Gazze’ye yönelik ablukası sonucu, insani krizin boyutlarının her geçen gün daha da derinleştiği dünya kamuoyunda tepkilere neden olmaktadır. Filistin Sağlık Bakanı Mai Al Kaila, 7 Ekim sonrası yaşanan süreçte, hala enkaz altında binlerce kişinin olduğu ve 6 binden fazla kişinin kayıp olduğunu ifade etmiştir. Son günlerde kontrollü olarak yardımların girişine izin verilse de, İsrail tarafından Gazze’ye giriş ve çıkışlar uzun bir süre tamamen kapatılmıştır. Hastane, okullar, cami ve kiliselerin hedef alınması ve kuzeye zorla göç ettirilen sivillerin göç esnasında öldürülmesi, Gazze’nin hiçbir bölgesinin güvenli olmadığını göstermektedir.
İnsancıl hukuk çerçevesinde, İsrail’in planladığı saldırılarda, sivil can kayıpları ve yaralanmaları önlemek için her türlü tedbiri alması zorunludur. Hukuka aykırı olacağı durumlarda ise saldırıyı iptal etmesi gerekmektedir. Uluslararası Af Örgütü, Gazze’ye yönelik incelediği saldırılarda, askeri hedeflerin varlığına dair kanıt bulamadığını açıklamıştır. Kilise ve Nuseyrat Kampı saldırılarını inceleyen, Uluslararası Af Örgütü Küresel Araştırma Direktörü Erika Guevara-Rosas, doğrudan sivillerin hedef alındığını ifade ederek, Uluslararası Ceza Mahkemesi Savcılığı’nın savaş suçları ve diğer uluslararası hukuk suçlarına ilişkin devam eden soruşturmasını hızlandırması gerektiğini ifade edilmiştir.
Aynı şekilde, İsrail’in Gazze’deki El-Ehli Baptist Hastanesi’ne yönelik saldırısı sonucu 471 kişi hayatını kaybetmiştir. Çatışmalar noktasında bu saldırı dönüm noktası olmuş ve birçok ulus üstü kurum tarafından İsrail’in hak ihlalleri eleştirilmiştir. Ancak süreçle ilgili somut adımın atılmaması, İsrail tarafının şiddeti artırmasında ve Gazze’ye yönelik toplu ablukanın başlatılmasında önemli bir etken olmaktadır. İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) Orta Doğu ve Kuzey Afrika İletişim Direktörü Ahmed Benchemsi, Gazze’ye yönelik ablukayı savaş suçu olarak nitelendirmektedir. Aynı şekilde, BM Filistin Özel Raportörü, Gazze nüfusunun soykırıma maruz kaldığını ifade etmektedir. 1948 tarihli BM Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesiyle uluslararası belgelerde ve Roma Statüsü’nin 6. maddesinde soykırım açık bir şekilde suç olarak tanımlanmıştır. Bu kapsamda soykırım suçu, “ulusal, etnik, ırki ya da dini bir grubu kısmen veya tamamen yok etmek amacıyla gerçekleştirilen eylemleri” kapsamaktadır. Bununla birlikte, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM), her mevkiden gerçek kişileri soykırımı yargılama yetkisi bulunmaktadır. Aynı şekilde Roma Statüsü’nin 23. ve 25. maddeleri kapsamında sadece soykırımı gerçekleştiren kişiler değil, aynı zamanda soykırım suçu işlemeyi kışkırtan kişiler de yargılanabilmektedir.
Gazze’de yaşanan hak ihlalleri sadece soykırım suçu ile sınırlı değildir. Silahlı çatışma ve savaş suçlarına yönelik düzenlemeler “Cenevre Sözleşmeleri’ ile (1949) belirlenerek güvence altına alınmıştır. Birinci Cenevre Sözleşmesi “Harp Hâlindeki Silahlı Kuvvetlerin Hasta ve Yaralılarının Vaziyetlerinin Islahına İlişkin Sözleşme”, İkinci Cenevre Sözleşmesi “Silahlı Kuvvetlerin Denizdeki Hasta, Yaralı ve Kazazedelerinin Vaziyetlerinin Islahına İlişkin Sözleşme”, Üçüncü Cenevre Sözleşmesi “Harp Esirlerine Yapılacak Muameleye İlişkin Sözleşme” ve Dördüncü Cenevre Sözleşmesi “Harp Zamanında Sivillerin Korunmasına İlişkin Sözleşme” ile savaş sürecinde insancıl hukuk kapsamında alınabilecek önlemler belirtilmiştir.
Harp Zamanında Sivillerin Korunmasına İlişkin Cenevre Sözleşmesi’nin dördüncüsü, silahlı çatışma kurallarını açık bir şekilde ifade etmektedir. Yaralı ve hastalara yönelik hususi muamele yapılması gerektiği (madde16), sivil hastanelerin korunması gerektiği (madde 18), sivil halka yönelik her türlü ilâç, ve sıhhi malzeme sevkiyatının geçişine izin verileceği (madde 23), cinayet, işkence ve bedenin zarar göreceği tüm uygulamaların yasaklandığı (madde 32), sivil hastanelerin malzemesine ve depolarına, sivil halkın, ihtiyaçları için lüzumlu oldukları müddetçe el koyulamayacağı (madde 57), haberleşme özgürlüğünün garanti altına alınması (madde 107) Cenevre Sözleşmesi kapsamında garanti altına alınmıştır.
Ancak Gazze’de 7 Ekim’den bugüne yaşanan olaylara baktığımızda, Dünya Sağlık Örgütü 22 hastane ve 36 sağlık tesisinin zarar gördüğünü belirtmiştir. Yeni doğan bebeklerin hastane kuşatması esnasında ve yeterli elektrik sağlanamamasına bağlı olarak hayatını kaybettiği bilinmektedir. Tedavi için yeterli miktarda kaynak bulamayan hastanelere, tıbbi malzeme yardımlarının engellendiği bir diğer hak ihlali olarak karşımıza çıkmaktadır. İnternet ve elektrik kesintileri ile haberleşme özgürlüğünün kısıtlandığı ve Filistin Gazeteciler Sendikası verilerine göre 6’sı kadın 66 gazetecinin öldüğü, 2 gazetecinin kayıp, 31 gazetecinin ise İsrail hapishanelerinde tutulduğu bilinmektedir.
İsrail’in Gazze’nin kuzeyinde, Kerame bölgesine düzenlenen saldırılarda beyaz fosfor bombası kullandığı uluslararası Af Örgütü tarafından kanıtlanmıştır. 1980 Konvansiyonel Silahlar Sözleşmesi değerlendirildiğinde, fosfor bombası kullanımı yasaklı silahlar arasında yer almaktadır. Ancak İsrail’in sivilleri hedef alan savaş suçunu daha önce de gerçekleştirdiğini İnsan hakları İzleme Örgütü’nin raporlarından açık bir şekilde görebilmekteyiz. Aralık 2008-Ocak 2009 arasında Dökme Kurşun Operasyonunda ve 2014’te Koruyucu Hat Operasyonu’nda da beyaz fosfor kullandığı tespit edilmiştir.
Yaşanan tüm bu olaylar değerlendirildiğinde, Cenevre Sözleşmesi başta olmak üzere insancıl hukukun ve uluslararası hukuk normlarının İsrail tarafından açık bir şekilde ihlal edildiği görülmektedir. Aynı şekilde, İsrail’in de bir parçası olduğu, BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde taahhüt altına alınan, özgürlük be güvenlik hakkı (madde 6, madde 12) ihlal edilmiştir. Savaşın etkileri dışında tutulması gereken sivil halkın, savaşın hedefi konumuna getirilerek açık bir soykırım suçu işlenmeye devam etmektedir.
Filistin devleti 30 Aralık 2014 tarihinde Roma Statüsü’ne taraf olmuştur. Dolayısıyla İsrail’in taraf olmamasına rağmen, UCM’nin yargı yetkisinin ön şartı gerçekleşmiş olmaktadır. Taraf olan herhangi bir devlet bu başvuruyu yapabilmektedir. Bu nedenle UCM’nin Filistin toprakları üzerinde işlenen insan hakları ihlaline yönelik suçlarla ilgili olarak yetkisi bulunmaktadır. Bununla birlikte, BM Güvenlik Konseyi’nin BM Şartı Madde 39 kapsamında, konuya ilişkin durumu UCM’ne sevk etme yetkisi de bulunmaktadır.
1948 tarihinde İsrail’in işgalci politikasından itibaren, kendi topraklarından uzakta yaşamak zorunda kalan 7 milyon Filistinli, Filistin topraklarındaki nüfusun çok üzerindedir. Kendi topraklarında yaşayan Filistinliler ise, abluka altında hapis hayatı yaşamakta ve her türlü hak ihlalleri ile karşılaşmaktadır. 7 Ekim’den bugüne ise, bu şiddetin artarak devam ettiği görülmektedir. Uluslararası kamuoyu ve devletlerin yaşanan hukuksuzluğa karşı bir an önce önlem almaları ve İsrail’in hak ihlallerinin yaptırımlarla karşılık bulması umulmaktadır.
***
Görsel: Yahya Hassouna / AFP – Getty Images