Filistin Meselesine Nereden Bakmalı? - İLKE Analiz

Filistin Meselesine Nereden Bakmalı?

Yunus Vehbi Karaman

Her Ramazan olduğu gibi bu sene de işgalci İsrail’in saldırıları sebebiyle Filistin meselesi bir acı ve esaret meselesi olarak tekrar gündemimize girdi. Ramazan ayının sonlarına doğru Mescid-i Aksa’nın içerisinde yaşanan biber gazlı müdahale, tüm dünyanın gözlerini tekrar Kudüs’e çevirmesine neden oldu. İsrail’de son iki yıldır süren ve yapılan dört seçime rağmen kurulamayan hükümet krizi bu olayları tetiklemiş gibi görünüyor. Şeyh Cerrah Mahallesi’nde Yahudi Yerleşimcilere yer açmak için Filistinlilerin mülksüzleştirilmeleri ve göçe zorlanmaları Siyonist işgali tekrar gözler önüne serdi. İşgalci İsrail Devleti, Filistin meselesini kaşıyarak kendi içerisinde siyasal bir mobilizasyon oluşturup gelecek seçimle birlikte bu krizi aşmak istiyor. Olayların Ramazan ayının son on gününde tırmanması Müslümanlar açısından da meseleyi daha önemli bir hale getirdi. Dolayısıyla başta İslam dünyası olmak üzere tüm dünyada, Filistin dikkat çeken bir gündem haline geldi.

Filistin meselesi ortaya çıkışı itibariyle dünyanın gündeminde sürekli yer etmiştir. Özellikle Soğuk Savaş döneminin de etkisiyle İsrail ve dolayısıyla Batı karşıtı bir pozisyon olarak Filistin davası daha çok sol bir perspektifle okunmuştur. O dönemde Filistin’de kurulan ve direnişin en güçlü ayağı olan sol, seküler ve aynı zamanda milliyetçi eğilimli Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) bu olgunun bir yansımasıdır.

1978’de Sovyetlerin Afganistan’ı işgal girişimine karşı İslami örgütlerin seferber olarak direniş sergilemesi ve bu işgal girişimin engellenmesi bir dönüm noktası olmuştur. Afganistan direnişiyle başlayan bu süreç dünyada İslam’ın ve İslami hareketlerin güçlendiği bir dönem olarak biliniyor. 1980 sonrası solun küresel anlamda çökmesine paralel olarak İslam dünyasında dini hareketlerin yükselmesi, Filistin davasında İslami kimliğin öne çıkmasına neden olmuştu. 1979 yılında gerçekleşen İran devriminin Filistin meselesini sahiplenmesi, İslami retoriğin güçlenmesinde diğer bir etkendir. Bugün Kudüs davası denilince FKÖ ile birlikte öne çıkan ve İslamcı geleneğe mensup olan Hamas’ın 1987 yılında kurulması da bu değişimin önemli bir işareti olarak görülebilir.

Türkiye ve Filistin Davası

Filistin meselesinin dünyada olduğu gibi Türkiye’de de önemli ölçüde karşılık bulduğu söylenebilir. 1980’li yıllara kadar Türkiye solunun bu meseleyi önemli ölçüde sahiplendiği görülmektedir. Türkiye’de Rusya, Çin, Arnavutluk yanlısı bütün sol örgütler için Suriye’de Hafız Esed rejimi kontrolündeki Filistin kampları öncelikle gerilla eğitimi alınacak merkezlerdi. O dönemde Türkiye’deki sol hareketin öncü militan kadrolarının Güney Lübnan’daki Filistin kamplarına silah kullanma, bomba imal etme, sabotaj ve suikast eğitimi almaya gittikleri ve Türkiye’ye döndükleri de bir sır değildir.

Ancak Türkiye’de 1970’li yıllardan itibaren müstakil bir hareket olarak ortaya çıkan İslamcılığın Filistin meselesini özellikle Mescid-i Aksa ve Kudüs merkezli olarak sahiplenmeye başladığı dikkat çekiyor. Öyle ki 6 Eylül 1980’de Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın lideri olduğu Milli Selamet Partisi, Konya’da on binlerce kişinin katılımıyla Kudüs mitingi gerçekleştirmişti.12 Eylül darbesinin gerekçelerinden birisi olarak gösterilmesi, bu mitingin önemine ve etkisine önemli bir referanstır.

Türkiye’de Filistin meselesinin daha çok sivil toplum hareketleri tarafından sahiplenildiğini ve gündemleştirildiğini görmekteyiz. Ancak her yıl İsviçre’nin Davos şehrinde gerçekleştirilen Dünya Ekonomik Forumu’nun 2009 yılındaki toplantısı bir dönüm noktasıdır. Türkiye devletinin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın dönemin İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez’e karşı İsrail’in Filistinlilere yönelik işlediği insanlık suçlarını ihtiva eden bir konuşma yapması ve akabinde toplantıyı terk etmesi, İslam aleminde ve Türkiye’de coşkuyla karşılanmıştı. Bu olaydan sonra Erdoğan, özellikle Filistin denilince İslam dünyasının dikkat kesildiği bir lider haline geldi. Yine 2010 yılında İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı’nın (İHH) organize ettiği Mavi Marmara isimli yardım gemisi ile Gazze ablukasını delme girişimi ve akabinde yaşanan olaylar İslam dünyasının Türkiye’ye dikkat kesilmesine neden olmuştu.

“12 Eylül darbesinin gerekçelerinden birisi olarak gösterilmesi, bu mitingin önemine ve etkisine önemli bir referanstır.”

2010 yılında otoriter Arap rejimlerine karşı ortaya çıkan ve Arap Baharı olarak adlandırılan ve özgürlük arayışı olan ayaklanmalar 2011 yılında Suriye’ye de sıçramıştı. Hamas Türkiye’yle birlikte olayların başından itibaren muhalifleri destekleyerek Esed rejimini ve rejime destek çıkan İran’ı karşısına aldı. Esed rejiminin muhalifleri şiddetli bir şekilde bastırmasıyla Hamas lideri Halid Meşal 11 yıldır yaşadığı Suriye’yi terk ederek ofisini Katar’a taşıdı. Bu süreç Hamas’ın Suriye ve İran’la arasının açıldığı, buna karşın Katar ve Türkiye ile yakınlaştığı bir dönem olarak kayda geçmiştir.

2012 yılında gerçekleşen Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 4. Olağan Kongresi, Türkiye açısından önemli bir gösterge olarak zikredilmelidir. Kongrede Recep Tayyip Erdoğan, İslam dünyasına yönelik mesajlar vermiştir. Mısır’da henüz yeni gerçekleşen seçimlerle birlikte Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan Muhammed Mursi ve Hamas lideri Halid Meşal de kongreye katılarak konuşma yapmışlardı. Bu kongre Ak Parti’nin gelecek süreçte hem iç hem de dış siyasette izleyeceği politikaların ipuçlarını vermişti.

Bu dönemde Arap Baharı’nın da rüzgârıyla birlikte Türkiye’deki “Ak Parti modeli” ve Erdoğan, İslam dünyası için ideal bir örnek olarak sunuluyordu. Bu yeni konumuyla birlikte Türkiye artık Kudüs ve Filistin meselelerine daha etkili bir şekilde dâhil olmaya başlamıştır. Mavi Marmara katliamından sonra İsrail ile diplomatik ve askeri ilişkilerini asgari düzeye çeken Türkiye, yeni Mısır yönetimi ve yakın gelecekteki yeni Suriye yönetimi (Esed rejiminin devrileceği ve yerine yeni bir yönetimin geleceği yaygın bir kanaatti) ile Filistin meselesinde daha etkili bir rol oynamak istediğini hissettiriyordu.

2009 sonrası dönemde Türkiye’nin Filistin meselesinde dominant bir rol edinmesi ne Türkiye’de ne İslam dünyasında ne de Filistin’de direnç görmüştür. Bunda Türkiye’nin güçlü bir ülke olmasının yanı sıra tarihsel olarak Filistin ile ortak bir mirasa sahip olması da önemli bir etkiye sahiptir. Zira Kudüs bölgesinde istikrarlı ve huzurlu bir dönem olan 400 yılı aşkın Osmanlı idaresi hafızalardan silinmiş değildir. Bununla birlikte Filistin meselesinin Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı tarafından uluslararası bir toplantıda kriz doğuracak şekilde sahiplenilmesiyle Türkiye halkı nezdinde iyiden iyiye kitleselleşmiştir. Aynı şekilde İslam dünyasında ve Filistin’de Türkiye’ye olan sevginin ve Osmanlı dönemine olan özlemin arttığını söyleyebiliriz.

Önce 2013 yılında Mısır’da Muhammed Mursi’nin ve İhvan’ın ABD, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri destekli bir askeri darbeyle iktidardan indirilmesi, akabinde Rusya ve İran’ın ağır askeri müdahaleleriyle Suriye’de muhaliflerin devrimi tamamlayamaması, Türkiye’yi dış politikada büyük bir çıkmaza sokmuştu. Buna paralel olarak Türkiye, içeride ortaya çıkan ve Hendek olayları olarak bilinen terör sarmalı ve daha sonra 15 Temmuz Darbe Girişimiyle birlikte derin ve sarsıcı bir düzeyde güvenlik endişesine düştü ve içe kapandı. Bu süreç içe kapanmayla birlikte milliyetçiliğin yükseldiği bir dönem olarak karşımıza çıkıyor.

Bu döneme kadar daha evrensel bir retorik kullanarak İslam dünyası üzerinde de etkili olan Ak Parti, artık artan güvenlik ve beka kaygısıyla içe kapanarak ve dilini devlet merkezli söylemler eşliğinde sertleştirerek görece milliyetçi bir tavır takınmaya başladı. Öyle ki simgesel bir dönüşüm olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın 2013 yılında Mısır’daki darbeye karşı olduğunu göstermek için mitinglerde dört parmağını kaldırarak yaptığı Rabia işaretinin bu dönemde “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” olarak yeniden formüle edilmesi dikkat çekicidir.

Ulus Perspektifiyle Ümmetçilik Mümkün mü?

Kudüs ve Gazze’de bayram öncesinde başlayan olaylar Türkiye’de Filistin meselesinin tekrar gündemin merkezine oturmasına neden oldu. Başta İstanbul’da bulunan İsrail Konsolosluğu önünde olmak üzere Türkiye’nin her yerinde, zulme karşı sokak gösterileri düzenlendi. Tepkilerin daha büyük bir kısmı ise sosyal medya üzerinden gösterildi. Toplumun büyük bir çoğunluğunun bu konuya hassasiyet gösterdiğini söyleyebiliriz.

Mesele ele alınırken, son yıllarda artan milliyetçi rüzgârla birlikte, İslamcılar arasında Filistin konusunda Türkiye merkezli bir bakışın ağır bastığına dikkat çekmek gerekiyor. Mescid-i Aksa’da yapılan bazı gösterilerde Türk bayrağının açılması, bir şehidin cenazesinin Türk bayrağına sarılması, bir gencin Türk bayrağını direniş sırasında tutması, Mescid-i Aksa’nın yanına dikilmiş Türk bayraklı olarak çizilen karikatür ve mescidin önüne “fotoshop”la eklenmiş Türk bayrağı ve askerleri sosyal medyada sık paylaşılan fotoğraflardandı. Bunun yanı sıra bazı Filistinlilerin Osmanlı tarihine referansla Türklerin hâkimiyetine duyulan özleme ait açıklamalar da ilgi gördü. Bununla birlikte bazı muhafazakâr-milliyetçi kesimlerce Doğu Türkistan’da yaşanan acılar Filistin ile kıyaslandı ve Filistin’e olan yoğun hassasiyete karşı rahatsızlık dile getirildi. Mezkûr kıyaslama artan milliyetçilikle beraber daha önce görülmemiş bir refleks olarak dikkat çekicidir.

Filistin konusuna Türkiye merkezli bakışın Türkiye’de meşrulaştırdığını ve toplum tarafından daha kolay bir şekilde kabul edilerek kitleselleştirdiğini söylemek gerekir. Zira Türkiye’de milliyetçi söylemlerin toplumun hemen her kesiminde bir şekilde karşılık bulduğunu biliyoruz. Bahsi geçen içeriklerin bir sevgi gösterisi olarak paylaşılması, Türkiye ve Filistin toplumları arasındaki bağların güçlenmesine zemin sağlamaktadır. Aynı şekilde Filistin’de başka hiçbir ülkeye ve topluma karşı gösterilmeyen teveccühün Türkiye’ye karşı gösterildiğinin de altını çizmek gerekir.

Ancak ülkemizde yaygın olarak dünyaya ve özel olarak da İslam coğrafyasına Türkiye merkezli bir perspektifle yaklaşılmaktadır. Hemen her olayda tarihsel referanslar devreye girmekte, Osmanlı hâkimiyetine değinmeden meseleler tahlil edilememektedir. Bu durum Türkiye’nin bölge ile ilişkisinin kuvvetlenmesine zemin hazırladığı gibi diğer yandan da toplumda Türkiye’yi İslam dünyasının lideri konumuna oturtmaktadır.

Bu noktada modern dönemde Türkiye’de olduğu gibi İslam coğrafyasında da ulus bilincinin oluştuğunu göz ardı etmemek gerekiyor. Özellikle Soğuk Savaş döneminde Arap milliyetçisi Baas rejimlerinin ortaya çıktığı ve Araplar arasında milliyetçi reflekslerin olduğu biliniyor. Bugün eskisi kadar olmasa da Araplar arasında da milliyetçi eğilimler mevcut. Türkiye’de de son zamanlarda seküler bir Türklük anlayışı yerine modern öncesi döneme referansla Türklüğün İslam ile birlikte inşa edilme gayreti vardır. Bu tavır içeride işlevsel bir karşılık bulsa da mesele uluslararası boyuta taşınınca mezkûr kavramın İslam dünyasında nasıl karşılık bulacağı önemli bir husus. Türkiye’de yıllarca nasıl resmi ve yaygın söylem olarak Arap düşmanlığı pompalandıysa benzer bir sürecin Arap dünyasında da işlediğini göz ardı etmemek gerekiyor. Bu bağlamda uluslararası siyaset üretilirken toplumsal hafızalar muhakkak önemsenmelidir.

Özellikle Kudüs’ün işgalini Türk ulusu, Osmanlı ve İstanbul merkezli hilafet üzerinden okumak bu meselenin Türkiye’de meşrulaşmasına imkân sağlamaktadır. Ancak siyaset ve medya tarafından kullanılan bu tür söylemlerde dozun ayarlanamaması durumunda Arap toplumların Türkiye’ye mesafeli yaklaşmalarına hatta soğuma veya tepki göstermelerine de sebebiyet verebileceği unutulmamalıdır. Irk, dil, din ve kültür olarak aynı kökene sahip olduğumuz Kuzey Kıbrıs’ta bile Türkiye’nin egemenliği tam olarak kabullenilmezken aynı şeyi ırk ve dil ortaklığımızın olmadığı Filistin’den ve Arap toplumlarından beklemek sahici olmayacaktır. Türkiye’nin Osmanlı’dan miras kalan tarihsel hafızasını bir “imparatorluk” anlayışı olan yöneten-yönetilen ilişkisiyle değil, eşit toplumlar perspektifiyle değerlendirmek gerektiğinin önemini vurgulamak gerekiyor. Her ne kadar Filistinlilerin Türkiye’ye olan sevgi gösterileri memnuniyetle karşılansa da bu konu üzerinde hassasiyet gösterilmelidir. İşgal edilmiş topraklarda yaşayan Filistinlilerin Türkiye sevgisini özgürlük, ortak tarih ve İslam kardeşliği yolunda dayanışma talebi olarak algılamak gerekiyor. Diğer türlüsü “Biz varken özgürdünüz, biz yoksak esir olursunuz” retoriğine sıkışma tehlikesiyle karşı karşıyadır.

“Türkiye’nin Osmanlı’dan miras kalan tarihsel hafızasını bir “imparatorluk” anlayışı olan yöneten-yönetilen ilişkisiyle değil, eşit toplumlar perspektifiyle değerlendirmek gerektiğinin önemini vurgulamak gerekiyor.”

Türkiye’nin hem devlet olarak hem de toplum olarak meseleye yaklaşımı milliyetler üstü bir perspektife sahip olması önemli. Şu an Arap ülkelerinde despotik yönetimlerin olması nedeniyle Filistin meselesinin konjonktürel olarak Türkiye tarafından daha çok sahiplenilmesi imkânı doğmuştur. Bunun yanı sıra coğrafya ile tarihsel bağlarımızın da Türkiye’ye bir misyon yüklediği hakikati ile karşı karşıyayız. Ancak bu durum aynı zamanda içerisinde zaafları barındırmaktadır. Zira Türkiye’nin Filistin’e kara sınırının bulunmaması, Filistin’e komşu ülkelerle yaşanan siyasi krizler (Özellikle Mısır ve Suriye) ve dış politikada Batı ile yaşanan sorunlar meseleye üst perdeden gerektiği gibi destek vermesinin önündeki engellerdir. Türkiye’nin şu an önündeki en makul seçenek uluslararası kamuoyunda bu meseleyi duyurmak ve diğer lobi faaliyetlerini destekleyerek meselenin önemini ve aciliyetini dünyaya kabul ettirmektir. Bunun yanı sıra Filistin diasporasına her anlamda destek vermek gerekiyor. Yine Filistin’de hem Dışişleri Bakanlığımız hem de sivil toplum örgütlerimiz aracılığıyla kültürel ve insanı desteklerin sürmesi de önemli bir husus.

Toplum olarak da meseleye milli/yetçi bir perspektiften değil, İslam temelli dayanışma ve kardeşlik duygularıyla yaklaşmak gerekiyor. Aksi yöndeki tutumların tarihsel ve toplumsal açıdan karşılığı olmayan, iktisadi, askeri ve siyasi cepheden de desteklenemediği içi içi boş hamasetten ve imparatorluk hülyasından öteye geçmesi mümkün değil. Filistin sorununa ulusal bir yaklaşım, Türkiye içerisindeki duygusal iklime kısmi olarak olumlu katkı yaparken Arap-Filistin toplumunda nasıl algılanacağı ve meseleye ne kadar fayda sağlayacağı üzerinde hassasiyetle düşünülmesi gereken bir konu. Kudüs meselesinin bir Arap “ulus” devleti olan Filistin’in işgali gibi bir boyutunun da olduğu unutulmaması gerekiyor. Zira Filistinliler arasında sorunun çözümü için ulusal perspektifin etkili olacağını savunanların da varlığı gözden kaçmamalı.

“Filistin sorununa ulusal bir yaklaşım, Türkiye içerisindeki duygusal iklime kısmi olarak olumlu katkı yaparken Arap-Filistin toplumunda nasıl algılanacağı ve meseleye ne kadar fayda sağlayacağı üzerinde hassasiyetle düşünülmesi gereken bir konu.”

Kudüs milletler ve milliyetler üstü bir perspektifle ele alınması gereken başta tüm Müslümanların sonra tüm insanlığın ortak sorunu. Mescid-i Aksa’da Türk bayrakları açılmasa da, Türkiye’ye sevgi dolu mesajlar dile getirilmese de, iki devlet arasında sıcak temaslar olmasa da Filistin ve Kudüs’e olan desteğimiz artarak ve genişleyerek muhakkak sürmelidir. Türkiye’de devletin ve sivil toplumun burada üstleneceği misyon; tek başına kalsa dahi bu ağır taşın altına gövdesini koyarak, işgale karşı çıkmak, Mescid-i Aksa ve Kudüs başta olmak üzere bütün Filistin topraklarının özgürlüğünü talep etmek, siyasi, diplomatik ve gerekirse askeri olarak makul adımlar atmak, katliam ve tehcir siyasetiyle sadece barbarlığı temsil eden Siyonist işgali tüm dünyaya duyurmak ve bunu yaparken de milliyetler üstü pozisyonunu muhafaza etmek olmalı. Filistin meselesine yaklaşımda bu hassas tonu tutturmak Kudüs’ün özgürlüğü için önemli bir tavır olacaktır. Zira bu tavır Türkiye’nin başta Filistin’de ve İslam dünyasında karşılık bulan meşruiyeti ve cazibesi için elzemdir.

0 yorum

Diğer Yazılar

Yorum yap