Çin lideri Xi Jinping’in Çin Komünist Parti Kongresi’ndeki son konuşması geçtiğimiz on yılın en önemli konuşmalarından birisi olabilir. Dünyaya kendisinin ekonomik büyümeye ket vuran “sıfır-COVID” politikasının kalıcı olduğunu ve Pekin’in mümkün olursa barışçıl yollarla, gerekirse güç kullanarak Tayvan ile yeniden birleşme konusunda her zamankinden daha kararlı olduğunu söyledi.
Xi’nin açıklamalarının mükemmel bir örnek teşkil ettiği jeopolitik uçurumlar ve olağanüstü ekonomik belirsizlikler döneminde yaşıyoruz. Belli ki dünya pandemiden önceki haline dönmeyecek. Bunun yerine, altta yatan nedenlerin bir araya gelmesi, önceki düzeni altüst etmiş ve aşırı bir kargaşa dönemini beraberinde getirmiştir.
ABD-Çin ilişkilerinin bozulması, Rusya’nın Ukranya’ya açtığı savaş, popülizm ve enflasyonu ele alarak önümüzdeki iki ila beş yıl arası için politik-ekonomik senaryolar kurmak istiyorum. İstikrarı bozan küresel güçlerin listesi kaçınılmaz olarak kısa olacaktır. İklim değişikliğini, biyoçeşitliliğin kaybını (insanlığın karşılaştığı en büyük sorun olduğu iddia edilebilir), COVID’in yeniden güçlenme ihtimalini, yapay zekânın ve diğer ezber bozan teknolojilerin etkisini veya İran’dan Kuzey Kore’ye (rogue regimes) haydut rejimlerin rolünü dâhil etmeyeceğim. Önümüzdeki birkaç yıl içerisinde küresel ticaret ve iş dünyası üzerinde en fazla etkiye sahip olacağını düşündüğüm alanlara odaklanacağım.
1. Rusya’nın Ukrayna’daki Savaşı
Pek çok Batılı analistin ve Kremlin’in beklediği gibi Kiev’i hızla değil yavaş yavaş ele geçiren Rusya’nın, yedek kuvvetlerini seferber etmesine ve nükleer sabotajlarına rağmen çatışmayı kaybetme ihtimali giderek artıyor.
Bu duruma üç neden sayabiliriz: İlk olarak; Ukrayna halkının, silahlı kuvvetlerinin ve liderlerinin olağanüstü duruşu ve cesareti. İkinci olarak, kelimenin tam anlamıyla Rus tarafında yaşanan kaos. Üçüncü olarak ise, boykot ve yaptırımlarla Rusya’nın ekonomisini yavaş yavaş felce uğratırken Ukrayna birliklerine gelişmiş silah, eğitim ve istihbarat sağlayan Batı’nın fevkalade birlikteliği. Yüzlerce Batılı işletme, mallarından ve süregelen kârlarından feragat etme pahasına Rusya’dan çekilerek bu sürece önemli katkıda bulundu.
Eğer gaz tedariği iyice azalır ve aşırı yüksek enerji fiyatları beklenen resesyonu hızlandırırsa Batı ülkeleri bu kış en büyük sınavlarıyla yüzleşecek. Öfkeli ve soğuk seçmenlerle karşı karşıya kalan Avrupa hükümetleri Ukrayna konusundaki politikalarında tereddüte düşebilirler.
Elbette Avrupa’nın Rus gazına olan bağımlılığı kendisinin sebep olduğu bir durum. 2014 gibi yakın bir tarihte AB gazının sadece %20’si Rus gazıyken, 2022 başlarında bu oran neredeyse %40’lara ulaştı. Washington’dan gelen uyarılara rağmen, kıtanın en büyük ekonomisi olan Almanya, Putin’in Kırım’ı yasadışı ilhakından sonra Rus gazına olan bağımlılığını arttırdı.
Rus gazına daha fazla bağımlılık; aynı zamanda Almanya’nın Sovyetler Birliği/Rusya’ya karşı elli yıl öncesine dayanan (wandel durch handel) “ticaret yoluyla değişim” adlı dış politika doktrininin bir uzantısıdır, bu yüzden Berlin, Rus gazını diğer alternatiflere göre daha sürdürülebilir ve ucuz görmektedir. Yakın zamana kadar ABD’nin Çin’e yönelik stratejisi de benzer bir düşünceye dayanıyordu ve bu da çok benzer bağımlılıklar yaratarak Çine yönelik ABD siyasetini şekillendirdi.
2. ABD-Çin İlişkileri
Dönemin ABD Başkanı Richard Nixon’ın 1972’de Çin’e yaptığı, ilişkilerde yeni bir sayfa açan geziyi takip eden kırk yıl boyunca ABD, Pekin ile ekonomik entegrasyon yoluyla daha iyi ilişkiler kurmaya çalıştı. Donald Trump’ın ticaret savaşıyla kopmadan önce, Barack Obama’nın ikinci döneminde Xi Jinping’in yurtiçi ve yurtdışındaki güçlü duruşundan dolayı işler değişmeye başlamıştı. Biden yönetimi, bölgede Avustralya gibi ülkelerle güçlendirilmiş güvenlik ittifakları, mikroişlemciler gibi ileri teknolojiler için ihracat kontrolleri ve Tayvan‘a fiili savunma taahhütleri aracılığıyla işbirliğinden çatışmaya geçişi hızlandırdı.
Xi’nin Parti Kongresi’ndeki konuşmasından bir gün sonra ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Stanford Üniversitesi’nde dinleyici kitlesine, stratejik öneme sahip Tayvan’la ilgili olarak Pekin’in artık eskisinden “çok daha hızlı bir zaman çizelgesinde yeniden birleşmeyi sürdürmeye kararlı” olduğunu söyledi.
Geçtiğimiz birkaç ay boyunca, çoğunlukla Avrupalı yüzlerce üst düzey yöneticiyle mevcut jeopolitik panorama hakkında konuştum. Birçoğu Rusya’dan çekilme kararının ne kadar zor olduğunu anlattı. Aksine çoğu için Rusya, ticaretlerinin %5’inden daha azını temsil ediyor. Tayvan’daki durum tırmanırsa ne yapacaklarını sorduğumda, ölüm sessizliği çöküyordu. Otomobil, tüketim ve lüks mallar gibi sektörlerden gelen ve hem Amerikan hem de Çin pazarlarına maruz kalan liderler, bir plandan yoksun olduklarını kabul ediyorlar.
3. Popülizm
ABD’nin Pekin politikasının yumuşama ihtimalinin düşük olmasının bir nedeni de son derece kutuplaşmış ABD seçmeninin hemfikir olduğu birkaç mevzudan birinin Çin olması. 2011 yılında Amerikalıların %36’sı Çin’e olumsuz bakarken, %51’i olumlu bakıyordu. 2022 yılına gelindiğinde ise bu oran %82 gibi çarpıcı bir düzeye ulaştı -ki bu oran sadece İsveç, Japonya ve Avustralya’da bu kadar yüksek olmuştu.
Batı demokrasilerindeki seçmenler de küreselleşmeye giderek daha fazla güvensizlik duyuyor. Artan ekonomik eşitsizliğin de etkisiyle, önde gelen 28 ekonominin çoğunluğu 2017 yılında araştırma şirketi Edelman’a “küreselleşmenin bizi yanlış yöne götürdüğünü” söyledi. Endişe verici bir şekilde, Edelman, 2019‘da gelişmiş ekonomilerdeki katılımcıların sadece %18’inin “sistem benim için çalışıyor” dediğini, %34’ünün kararsız ve %48’inin sistemin kendilerini başarısızlığa uğrattığını açıkça beyan ettiğini ortaya koymuştur.
Demokrasiye olan destek özellikle gençler arasından bununla paralel olarak zayıflamıştır. Sırasıyla John Hopkins ve Cambridge üniversitelerinden siyaset bilimciler Yascha Mounk ve Roberto Stefan Foa, 2017’de 1930’larda doğan Amerikalıların %75’inin “demokraside yaşamanın elzem” olduğunu kabul ederken, bu oranın Y kuşağı arasında sadece %28 olduğunu ortaya koymuştur.
Benzer eğilimler birçok farklı ülkede de gözlemlenebilir. Bu durum Macaristan’ın Viktor Orban’ından, Brezilya’nın Jair Bolsonaro’suna; Donald Trump’tan, İtalya’nın Mussolini’sinden bu yana en sağcı lideri olan Giorgia Meloni’ye kadar pek çok popülistin iktidara gelmesine yardımcı oldu. İtalya’nın 2021 yılında yapılan bir araştırmada, Yunanistan’ın ardından dünyanın en yüksek ikinci demokrasi memnuniyetsizliği oranına sahip olduğunu da hatırlatalım.
4. Enflasyon
Mevcut siyasi-ekonomik düzene karşı duyulan bu derin hoşnutsuzluk, enflasyonun kırk yıldır görülmemiş seviyelere ulaşmasından önceydi. Buna karşılık ABD Merkez Bankası ve Avrupa Merkez Bankası gösterge faiz oranlarını yükselterek bir resesyonu tetikleyebileceklerini kabul etti. Çoğu analist 2023 yılında Atlantik’in her iki yakasında da bir ekonomik kriz bekliyor.
Bu esnada, Çin’in “sıfır-COVID” politikası dünyanın ikinci büyük ekonomisini zayıflatmaya devam ederken, emlak sektörü de küresel finans sistemini sallantıya uğratacak gibi görünüyor. IMF Başekonomisti Pierre Olivier Gourinchas, kurumun Ekim ayı başındaki yıllık toplantısında dünya ekonomisi hakkında bir değerlendirmede bulundu ve “en karanlık zamanların” henüz bitmediğini ve şu anki görünümün de “çok acı verici” olduğunu belirtti.
Ancak ekonomik krizden daha büyük bir sorun varsa o da stagflasyondur: büyümeyi engelleyen, işsizliği yükselten ve enflasyonu azaltamayan faiz oranı artışları. Bu tür ekonomik dinamiklerin popülizmle etkileşimi, zaten sallantıda olan küresel düzeni kesinlikle istikrarsızlaştırmaktadır.
Dört Senaryo
Yukarıda açıklanan nedenlerden yola çıkarak, farklı sektörlerden iş dünyası liderlerini dört senaryo üzerinde düşünmeye çağırıyorum. Senaryolar, geleceği tahmin etmekle ilgili olmayıp belirsizliğin ortasında geleceğe hazırlanmakla ilgilidir.
Olasılıkları biri ekonomik diğeri jeopolitik olmak üzere iki boyutta ele alıyorum. Ekonomik boyutta en iyi durum merkez bankaları ve politika yapıcıların enflasyonu hızla kontrol altına alması, büyük pazarlardaki durgunlukların kısa sürmesi ve küresel ekonomik toparlanmanın 2023’ün ikinci yarısında başlayıp 2024’te hızlanmasıdır. Karşıt senaryoda ise faiz oranlarının artışı küresel ekonomide hali hazırda var olan yapısal zayıflıkları daha da kötüleştirebilir. Böyle bir durumda, uzun süreli bir stagflasyon dönemini öngörebiliriz.
Benzer şekilde jeopolitik açıdan da Vladimir Putin Ukrayna’dan itibarını kaybetmeden bir geri adım atabilir, Xi ise üçüncü dönemini garantilemiş olarak Tayvan’a ilişkin söylemini geri çekebilir. Daha kötümser bakarsak, örneğin Putin nükleer silahlar kullanmayı seçerse ya da NATO doğrudan çatışmanın içine çekilirse Ukrayna’da durum daha da kötüleşebilir. Aynı zamanda Xi, milliyetçi bir politika ile Tayvan’a ültimatom verebilir ya da taraflardan birinin kazara güç kullanması daha geniş çaplı bir çatışmayı tetikleyebilir.
Bu farklı olasılıkları bir araya getirerek dört senaryomu oluşturuyorum. Tarih tekerrür edeceği için değil, neyin tehlikede olduğunu ve olası geleceklerin ne kadar farklılaşabileceğini belirginleştirmek ve açıklayıcı olması amacıyla, her senaryoyu 20. yüzyılın bir on yılı ile ilişkilendireceğim.
Pandeminin sona erdiği görüldüğünde, birçok gözlemci (roaring twenties) “kükreyen yirmiler”in geri döneceğini öngördü; ilk senaryom da buradan yola çıkıyor. Birinci Dünya Savaşı sonrası Milletler Cemiyeti’nin kısa bir uluslararası iş birliği dönemi başlattığı, küresel ticaretin yeniden başladığı ve ekonominin toparlandığı dönemi ilk “kükreyen yirmi” olarak adlandırabiliriz. Kükreyen Yirmiler”den yola çıkarak birinci senaryoda gerginliklerin azalması ve ekonominin hızla toparlanması halinde günümüzde de benzer bir döneme girebileceğimizi öngörüyorum.
İkinci senaryoda ise küresel gerilimlerin azalmadığı bir ekonomik toparlanma hayal edilebilir. Bu durum, ABD Merkez Bankası Başkanı Paul Volcker’ın kararlı adımlarının enflasyonu düşürdüğü ve kısa bir durgunluğun ardından büyümenin yeniden başladığı ve borsanın yükseldiği 1980’lerin başlarını akıllara getirmekte. Ancak o zamanki statükoda devletlerarası ilişkiler daha gergindi. ABD ve Sovyetlerin 70’lerdeki yumuşamasını sona erdiren olaylar 1980 ve 1984 Olimpiyatları’nda yapılan boykot, Afganistan’daki vekâlet savaşı ve nükleer silahlanma yarışı oldu.
1970’ler ise benim üçüncü senaryom. Sık sık yükselen fiyatlar, inatla yüksek seyreden işsizlik ve çok sayıda emek mücadelesi ile stagflasyon dönemi olarak anılan bu dönemde en azından süper güçler arasındaki küresel gerilim azalmıştı. The Spy Who Loved Me (Beni Seven Casus), James Bond’un dünyayı kurtarmak için bir Sovyet ajanıyla iş birliği yapmasını konu alan filmi, zamanın ruhunu yakalamış bir örnek olarak verilebilir.
Son senaryom ise hem ekonomik krizin hem de küresel gerilimin tırmandığı 1930’lardır. 20. yüzyılda yüksek işsizlik, düşük büyüme ve ekonomik çalkantılarla karakterize edilen bir başka on yıl olan 30’larda faşizm yeni kurulan demokrasileri silip süpürdü, küresel gerilim arttı ve dünya tarihinde eşi benzeri olmayan bir felaket yaşadı.
Mevcut uluslararası sistem, bu senaryolardaki on yıllardan çok farklıdır. Günümüzde teknoloji eşi benzeri görülmemiş bir bağlılık yarattı, paydaşlar çok daha güçlü hale geldi ve küresel tedarik zincirleri ve finansal sistemler ekonomik karşılıklı bağımlılığı büyük ölçüde arttırdı. 20. yüzyılın dehşeti ile modern silahların akıl almaz yıkıcılığının bir araya gelmesinin, olası çatışma artışını sınırlandırması umulmakta.
Bununla birlikte, dönemler arasındaki zıtlık, sadece iki faktördeki küçük değişikliklerin bile müthiş ve korkunç bir senaryo arasındaki farkı nasıl yaratabileceğini kanıtlamaktadır. Hangisinin senaryonun en olası olduğunu sormak yanlış bir soru olacaktır. İş dünyası liderleri, hükümetler ve bireyler için önceki dünya düzeninin ortadan kalktığını kabul etmek daha önemlidir.
Katı stratejiler veya eylem planları yerine net bir amaç ve güçlü değerler temelinde karar verebilen firmalar en direnişliler olacaktır. Küreselleşme aniden sona ermeyecek, ancak firmalar giderek artan bir şekilde en ucuz tedarikçiyi veya en büyük yeni pazarı aramanın ötesine geçen kararlar alacaklardır.
Önümüzdeki birkaç yıl da işletmelerin maksimum verimlilik için çabalayacakları en iyi dönem olmayacak gibi görünüyor. Nakit, serbestlik ve esneklik önümüzdeki dönemde önem arz eden faktörler olacak. Ayrıca, iş dünyası liderlerine faaliyetlerinin geleceği, işçi problemleriyle baş etme yöntemleri, özgür ve adil seçimlere inanıp inanmadıkları sorulduğunda ileriyi düşünerek söylemlerde bulunmaları kritik önem taşıyacak.
Bu düzensizlik döneminin süresi kısa veya uzun olabilir; kuruluşlar ve toplum üzerindeki etkileri sektörler ve coğrafi bölgeler arasında farklılıklar göstererek değişiklik gösterebilir. Altta yatan dinamiklere odaklanmak ve bunların iş dünyası, hükümet ve toplum üzerindeki potansiyel etkilerini düşünmek, önümüzdeki dönemde etkili bir şekilde yol almamız için hepimize yardımcı olacaktır.
***
David Bach’ın 25 Ekim 2022 tarihinde The Conversation’da yayınlanan “Four scenarios for a world in disorder” başlıklı makalesi İLKE Analiz okurları için tercüme edildi. Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve İLKE Analiz’in editöryal politikasını yansıtmayabilir.