2025 yılının en sıcak günlerinin yaşandığı ve iklim değişikliğinin derinden hissedildiği temmuz ayının ilk haftasında, Türkiye’nin ilk İklim Kanunu TBMM’den geçerek resmileşti. Uzun süredir tartışma konusu olan İklim Kanunu nedir?
Araştırmalar çerçevesinde toplumun nabzını tutan sorular sorulduğunda, genel olarak İklim Kanunu olumsuz bir bakış açısıyla değerlendirilmektedir. Çevre konusunda bireysel davranış değişikliğinin oluşması, toplumsal zeminde gelecek kuşaklar için elzemken, toplumda bu bağlamda bir yansıma bulunmamaktadır. Daha da önemlisi, toplum yalnızca söylemlere dayanarak İklim Kanunu’na karşı çıkmaktadır.
İklim Kanunu’nun detayları, avantaj ve dezavantajları ile birlikte değerlendirilmeden önce, çuvaldızın ilk olarak eleştirenlere ve iklim adaletine karşı çıkanlara yöneltilmesi gerekmektedir. Bu doğrultuda, bugün eksikleri ve dezavantajları olduğunu kabul edebileceğimiz kanunun dışında, aşağıda yer alan soru ve önerilere öncelikle bakmak gerekir.
İklim Kanunu kapsamında da ele alınan “iklim adaleti” nedir? Kuşak içi adalet ve kuşaklar arası adalet kavramlarının muhteviyatı nedir? İnsanoğlunun büyüme güdüsüyle çevreye hükmettiği bir dönemde, çevresel sürdürülebilirlik düşüncesiyle birlikte bir adalet konusu ön plana çıkmaktadır. Çevresel sürdürülebilirlik ise ekolojik dengenin korunması, çevre kirliliğinin azaltılması ve kaynakların gelecek nesillere aktarımını kapsar. Bu doğrultuda, gelecek nesillerin yaşayacağı bir çevreyi sağlamak veya yaşanabilir bir dünya bırakabilmek için “sürdürülebilirlik” kavramının hayatın temelini oluşturması gerekir. Gelecek nesillere ait yaşanabilir bir dünyanın olması için, bugün “kuşaklar arası adaletin” kabul edilmesi gerekir. Ancak kuşaklar arası adalet kavramı tartışılırken, “kuşak içi adalet”in unutulmaması gerekir. Bugün ise İklim Kanunu’nun neredeyse tekfir edilmesinin temel nedeni, kuşak içi adaletin dikkate alınmıyor oluşu olabilir.
Kuşak içi adalet, literatürde “aynı kuşakta, yani şu anda yaşayan insanlar arasında kaynakların, çevresel yüklerin ve faydaların adil bir şekilde paylaşılması” şeklinde tanımlanmaktadır. Ancak bu tanımın ötesinde bir dünyanın var olduğu da aşikârdır. Örneğin, atmosfere en çok CO₂ salan ülkeler Çin, Hindistan ve ABD’dir. Küresel sera gazı emisyonlarının %76’sını ise G20 ülkeleri oluşturmaktadır. Bu değerler ışığında kuşak içi adaletten bahsetmek zordur.
Diğer taraftan, çevresel bilinci artan ülkeler çevre için çabalamakta; reel-politik düzlemde sürdürülebilir kalkınma hedeflerini yakalamaya çalışmaktadır. Avrupa Birliği başta olmak üzere, Brezilya ve Rusya gibi büyük nüfuslu ülkeler çevre düzenlemeleri yapmakta ve CO₂ emisyonunu gün geçtikçe azaltmaktadır.
Sürdürülebilir kalkınma, reel-politik konuların ön plana çıktığı durumlarda, iklim üzerine yapılan tartışmaların tamamen ekonomik arka plana taşınmasına neden olmaktadır. Ek olarak, Türkiye’de İklim Kanunu’na yönelik eleştirilerden biri de kanunun ekonomik düzlemde kaldığı yönündedir. Çünkü kanun kapsamında birincil piyasa, denkleştirme, Emisyon Ticaret Sistemi (ETS) ve gönüllü karbon piyasaları yer almaktadır. Ancak bu hususların bulunması, Türkiye’nin ihracat yapabilmesi için günümüzde bir gereklilik hâline gelmiştir.
2026 yılında Avrupa Yeşil Mutabakatı’na paralel olarak, Türkiye’deki işletmeler Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması’na (SKDM) takılarak ticari zorluklarla karşı karşıya kalacaklardır. Diğer taraftan, Türkiye’de sürdürülebilir kalkınma için İklim Kanunu’ndaki bu maddeler bir gereklilik iken, kanunun somut bir zemine dayanmadığı ve muallakta kalan kısımlarının bulunduğu da söylenmelidir. Bu durum, şeffaflığı geciktirirken toplumsal güveni de zedelemektedir. En önemlisi ise, Türkiye’nin bu bağlamda kanunlarını belirlerken, rekabet gücünü artıracak ve ithal ürünlere karşı kendini koruyacak bir yaklaşımla hareket etmesi gerektiğidir.
İklim Kanunu ile ilgili asıl büyük tartışma ise “bireysel alan özerkliğinin zedelenmesi” yönündedir. Buradaki temel mesele, davranış kalıplarının neler olduğu ve bu denklemde nasıl olması gerektiğidir. Kanunun çerçevesinde esas olarak binalarda enerji verimliliğini sağlayacak standartlar, karbon ayak izine bağlı vergilendirmeler, ulaşımda elektrikli araçlara yönelik teşvikler ve tek kullanımlık ürünlerle ilgili kısıtlamalar ele alınmaktadır.
Genel çerçevede bakıldığında, çevre dostu davranış kalıplarının her bireyin insani sorumluluğu olması gerekir. Örneğin, ulaşım alanında çevre dostu davranışlar geliştirilmek isteniyorsa elektrikli veya hibrit araç kullanmak, toplu taşımayı tercih etmek, bisiklet kullanımını artırmak, hatta son dönemlerde yaygınlaşmaya başlayan ortak araç platformlarını kullanmak gibi seçenekler öne çıkar. Ancak tüm bunların, gelişmiş bir altyapı içerisinde gönüllülük esasına dayalı olarak gerçekleşmesi gerekir. Bunun için de öncelikle sürdürülebilirlik kültürünün toplumda inşa edilmesi gerekir. Hızlı ve zorunlu bir değişim, İklim Kanunu’nun birçok dezavantajını beraberinde getirebilir.
İklim Kanunu’nun bireysel etkileri ve topluma olumsuz yansımaları sosyoekonomik boyutta yaşanabilir. Kanunun sosyoekonomik eşitsizlikleri derinleştirme riski taşımasının yanı sıra, süreç kapsamında ortaya çıkacak değişim ve yeni maliyet unsurları tüketiciler üzerinde enflasyonist baskılar oluşturabilir. Değişimin hızlı olması, tüketim kalıpları üzerindeki baskı ile toplumun kültürel alışkanlıkları ve geleneksel yaşam biçimleri arasında çatışma yaratabilir. İklim Kanunu’na karşı çıkan grupların düşünce kalıplarında bu durum etkili olmaktadır. Ek olarak, belediyeler, sivil toplum kuruluşları (STK’lar) ve halk arasında iş birliği sağlanamazsa toplumsal tepki oluşabilir. Toplumsal bir çatışma ise bu riskli zeminde güven erozyonuna ve etik dışı unsurların, örneğin “greenwashing” (yeşil yıkama) uygulamalarının toplumun geneline yansımasına neden olabilir.
İklim Kanunu, Türkiye’nin gelecek nesillerine doğal kaynaklarını bırakabilmesi, ekonomik denklemde ticaretini sürdürebilmesi ve küresel rekabette yer alabilmesi için bir zorunluluktur. Ancak bu zorunluluk, dış etkenlere bağlı olmadan; Türkiye’nin ihtiyaçlarını gözeten ve Türk halkıyla uyumlu bir yapıda olmalıdır. Kanun maddelerinin daha net, açık ve şeffaf olması gerekmektedir. Ayrıca sivil toplum aracılığıyla tartışmaların ele alınması ve en önemlisi, sürdürülebilirlik kültürünün inşa edilmesi öncelikli hedeflerden biri olmalıdır.
Dünya genelinde tarım alanlarının genişlemesine bağlı olarak yaşanan ormansızlaşma ve artan yangınlar, küresel karbon miktarını yükseltmektedir. Buna karşın, Türkiye’de güçlendirilmiş hayvancılık uygulamaları ve doğal gübreleme yoluyla verimli tarım topraklarının korunması; sahip çıkılan ormanlarla birlikte çevresel dengeyi destekleyecektir. Bu doğrultuda, Türkiye Yüzyılı vizyonunu destekleyecek yerli ve millî bir İklim Kanunu’na ihtiyaç vardır.