Yönetimsel Perspektiften Sürdürülebilir Kalkınma ve Sivil Toplum - İLKE Analiz

Yönetimsel Perspektiften Sürdürülebilir Kalkınma ve Sivil Toplum

Elif Habip

Küresel çevre krizlerinin giderek daha fazla tanımlandığı bu çağda, sivil toplum örgütlerinin (STK’lar) rolü her zamankinden daha hayati bir noktaya gelmiştir. İnsan faaliyetleriyle beraber doğal dünyanın dengesinin bozulması, STK’ları yalnızca bağımsız aktörler olarak değil, aynı zamanda hükümetler, işletmeler ve bireyler arasında köprü olması hususuna mecbur kılmıştır. Sürdürülebilir kalkınma çerçevesindeki gelişmeler devlet dışı aktörlerin giderek artan etkileri, karmaşık, çok boyutlu çevresel zorluklarla mücadeledeki konumlarıyla daha fazla tanınır olup önemli rol üstlenmeye başladılar.

Sivil toplum kuruluşlarının özellikle çevre alanında büyük bir adım atmasına neden olan husus sürdürülebilirlik krizidir. Bu kriz büyük ölçüde insan ve doğa arasındaki ilişkinin bozulmasından kaynaklanmaktadır. Bu bozulma, insanlığın sanayileşme, kentleşme ve kontrolsüz ekonomik büyümenin peşinde doğal kaynakların pahasına koşulmasından kaynaklanmaktadır. Bu süreç, iklim değişikliğine, çevre kirliliğine, biyolojik çeşitlilik kaybına ve hatta iklim kaynaklı göçe sebep olmaktadır. Bu bağlamda, STK’lar farkındalığı artırma, tutumları şekillendirme ve sürdürülebilirlik hedefleriyle uyumlu uzun vadeli çözümleri teşvik etme konusunda önemli bir rol üstlenmektedir.

STK’lar bu görevi yerine getirirken küresel çevre sorunlarıyla mücadele bugün moda bir kavram haline de dönüşen sürdürülebilirlik kavramını öncelemektedirler. Sürdürülebilirlik kavramı, ilk olarak 18. yüzyılın başlarında ormancılık yönetiminde ortaya çıkmıştır. Zaman içerisinde kavram değişim geçirerek farklı disiplinlerinde altında sürdürülebilir ekonomi, mimari, tarım ve şehir planlaması gibi çok çeşitli alanları kapsayacak şekilde genişlemiştir. Ancak kavramın ana çerçevesinin 1987 tarihli Brundtland Raporu ile ortaya konulduğu ifade edilebilir. Bu bağlamda ön plana çıkan sürdürülebilir kalkınma kavramı “gelecek nesillerin kendi ihtiyaçlarını karşılama yeteneğini tehlikeye atmadan bugünün ihtiyaçlarını karşılayan kalkınma” olarak tanımlanmaktadır. Bu çok boyutlu kavram, kalkınmanın çevresel, sosyal ve ekonomik temellerini birbirine bağlayarak yalnızca kurumsal değil aynı zamanda kültürel dönüşümü de gerekli kılmaktadır.

Sürdürülebilirlik kültürünün oluşumu hem sistemik hem de bireysel çabalara bağlıdır. Sosyal normlar, kültürel dinamikler ve akran ağları, çevre dostu davranışları şekillendirmede etkili bir rol oynar. Bu bağlamda, STK’lar sürdürülebilirlik kültürünü oluşturma ve yaymada önemli hale gelir. Eğitim, savunuculuk, kampanyalar ve ortaklıklar yoluyla, STK’lar pasif farkındalığı aktif katılıma dönüştürebilir. Özellikle bugün ön plana çıkan çevre STK’ları farklı aktivist hareketler ile bu durumu küresel çapta yaygınlaştırabilir.

Küresel olarak, sivil toplumun çevre yönetimine katılımı 1972 Stockholm Konferansı’nın ardından ivme kazanmıştır. O zamandan beri Johannesburg Zirvesi ve Dünya Kent Forumları gibi uluslararası forumlar, STK’ların vazgeçilmez bir unsur olduğunu vurgulamaktadır. Greenpeace, WWF, Friends of the Earth ve The Nature Conservancy gibi önde gelen uluslararası örgütler, biyolojik çeşitliliğin korunmasından iklim diplomasisine kadar uzanan alanlarda faaliyet göstermektedir. Bu aktörler yalnızca çevre projelerini uygulamakla kalmaz, aynı zamanda politika yapıcılara baskı yapar, küresel anlaşmaları etkiler ve ulusal taahhütleri de izler.

Çevre STK’ları başta olmak üzere sivil toplum kuruluşları küresel çevre sistemi içinde çeşitli roller üstlenirler. Farkındalık yaratmaya, düzenleyici değişiklik için lobi yapmaya, toplum temelli projeler uygulamaya ve politika alternatifleri sunmaya katkıda bulunurlar. Dahası, savunuculuk ve raporlama yoluyla hükümetleri sorumlu tutarak bekçilik yaparlar. Halkı harekete geçirme, veri toplama ve ulusötesi ağlar oluşturma yetenekleri onları Paris İklim Anlaşması ve BM’nin Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri (SDG’ler) içinde küresel yönetişimin önemli bir mekanizması kılmaktadır.

Türkiye’de ise bu bağlamında yapılan çalışmalara bakıldığında, 2013’te 1.213 olan çevre STK’larının sayısının 2023’te 2.723’e çıkması, ekolojik sorunlar konusunda artan kamu endişesini de aslında göz önüne çıkarmaktadır. Ancak, sayısal artışa rağmen, bu kuruluşların birçoğu etki, görünürlük ve uluslararası entegrasyonda sınırlılıklarla yer almaktadır. Bu doğrultuda çevre STK’larının kapasite geliştirme, stratejik iletişim ve dijital dönüşüme önemli düzeyde ihtiyaç duymaktadır. Bu sınırlılıklara karşın iki önemli çevre STK’sı ise Türkiye’de ön plana çıkmaktadır. TEMA ve ÇEKUD, Türkiye’de çevre aktivizmi veya farkındalığına yönelik kendi bakış açılarında çalışmalarına devam etmektedir. Örneğin TEMA, IUCN ve BM’nin COP zirveleri gibi uluslararası ağlarda aktif olarak yer almakta, iklim politikası ve savunuculuğuna odaklanmaktadır. ÇEKUD ise “Sofrada Sıfır Artık” ve ormanlaştırma girişimleri gibi ulusal farkındalık kampanyalarına öncülük etmektedir.

Bu çabalara rağmen, şu anda UNFCCC müzakerelerinde yalnızca yedi Türk STK gözlemci statüsüne sahip ve bunların çoğu Ankara ve İstanbul merkezlidir. Bu, uluslararası iklim diplomasisinde bölgesel ve yerel STK’ların kapsamının ve erişiminin genişletilmesi ihtiyacını göstermektedir. STK’ların sürdürülebilir kalkınmada dönüştürücü aktörler olma yolculuklarında destek olmak için politika yapıcılardan destek görmeleri elzemdir. Bunun için politika belgesinde çevre STK’ları için stratejik önerilerin yer alması gerekir. Ek olarak çevre STK’larının kapasite geliştirme, stratejik iletişim ve dijital dönüşümü için bir yol rehberlerinin olması da gereklidir. Bu doğrultuda gerçekleşmesi gereken bazı dönüşümler olmalıdır.

İlk olarak çevre STK’larının yeşil örgütsel modelleri benimseyeceği kurumsal dönüşümün olması gerekir. Bu dönüşüme dijitalleşme yoluyla ekolojik ayak izlerini azaltmak, kağıtsız ofisleri teşvik etmek ve çevre dostu ulaşım kullanmak dahildir. Dahili sürdürülebilirlik eğitimi, yeşil tedarik ve karbon takibi gibi yeşil insan kaynakları uygulamalarını entegre etmek hayati önem taşır.

Bu paralel de olması gereken husus ikiz dönüşümdür. İkiz dönüşüm, dijital ve yeşil dönüşümün birlikte gerçekleşmesidir. STK’lar yalnızca verimlilik için değil aynı zamanda şeffaflık ve daha geniş bir erişim için de dijital araçları benimsemelidir. Bu dönüşümlere ek olarak kamusal bağlamda da iş birliğini geliştirmeleri önemlidir. Bu anlayış kamuda da olmalıdır. STK’lar, özellikle çevre düzenlemelerinin tasarımı ve uygulanmasında politika yapım süreçlerine entegre edilmelidir. Özellikle Türkiye’de bugünlerde gerçekleştirilen İklim Kanunu süreçlerine çevre STK’larının davet edilmesi ve politika yapımında görev verilmesi sürecin daha anlaşılabilir ve aktarılabilir olmasına olanak sağlayacaktır.

Politika yapımında etkin olması beklenen kuruluşların özellikle kendilerini de yeşil konuda aklaması gerekir. Bu sebepten şeffaflığı sağlamak adına STK’lar için özel olarak tasarlanmış uluslararası uyumlu sürdürülebilirlik raporlama çerçevelerine ihtiyaç vardır.

Kendini kanıtlayan çevre STK’ları kampanyalar düzenleyebilir ve hatta kamu seferberliğine zemin hazırlayabilirler. STK’lar, plastik atık, enerji verimliliği veya kentsel tarım gibi belirli temalara odaklanmalı ve toplumsal faydayı en üst düzeye çıkarmak için araç paylaşım sistemleri veya sıfır atık festivalleri gibi yenilikçi çözümler ve uygulamalar üretebilirler. Sürdürülebilir uygulamaları daha geniş kitlelere yayabilir özellikle toplum ve kamu arasındaki anlaşılmayan hususları aktararak köprü vazifesi görebilirler. Ancak bunların STK’ların hem ulusal hem de uluslararası alanda kapasitelerinin geliştirilmeye ihtiyacı vardır. Bu girişimler, Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırma Merkezi (SAM) veya büyükşehir belediyeleri gibi kurumlar tarafından desteklenebilir.

Son söz olarak, küresel çevre sorunları ve iklim eyleminin aciliyeti ışığında, STK’lar sürdürülebilir değişimin proaktif temsilcileri olarak rollerini yeniden tanımlamak için eşsiz bir fırsata sahiptir. İlham verme, harekete geçirme ve iş birliği yapma yetenekleri onları daha yeşil ve daha adil bir dünyaya doğru yolculukta vazgeçilmez kılmaktadır. Ancak, uzun vadeli etki elde etmek için STK’lar dahili olarak dönüşmeli, sağlam dış ağlar kurmalı ve çevresel yönetişimin değişen manzarasına sürekli olarak uyum sağlamalıdır.

Bugünü özellikle kamunun çevre STK’larına bakışı bağlamında analiz edersek Türkiye’de iklim kanunun geliştirilmesi sürecinde de sivil toplum kuruluşlarının dikkate alınarak farklı perspektiflerden bakan sivil toplum uzmanları, aktivistler ve akademisyenlerin de görüşlerinin ele alınması elzemdir. Kapsamlı bir iklim yasasının hala geliştirilme aşamasında olduğu Türkiye bağlamında, sivil toplumu yasama sürecine entegre etmek hem demokratik bir zorunluluk hem de stratejik bir avantajdır. Özellikle toplum ile uyumlu yerli ve milli bir iklim kanuna ihtiyaç olması ve bunun halk tabanından talep görmesi nedeniyle çevre STK’larıyla bu sürecin yürütülmesi birçok açıdan değer kazandıracaktır. Bu doğrultuda bir süreç yürütüldüğünde yalnızca yasaların başarısı, teknik doğruluğu ve kurumsal koordinasyonu değil, aynı zamanda kamu desteğine, meşruiyete ve çok paydaşlı katılıma da bağlıdır. Sivil toplum örgütlerinin, kamuya ulaşma, uzmanlık ve savunuculuk kapasiteleriyle devreye girdiği yer ise burası olacaktır. Türkiye’nin iklim konusundaki gelişmeleri için sivil toplum-kanun yapıcılar arasında İklim Hukuku Masasının kurulması faydalı olacaktır.

0 yorum

Diğer Yazılar

Yorum yap