Kültürel Sermaye ve Akademi - İLKE Analiz

Kültürel Sermaye ve Akademi

Ayşe Mahinur Tezcan

Üniversite; kurum olarak sadece bilim, bilgi edinme ve üretme merkezi olma işlevine sahip değildir. Aynı zamanda bilgiye ulaşma yönteminin, bilme biçimlerinin, bilgi çeşitlerinin, kültür ve sanatın da edinildiği yerdir. Dolayısıyla akademisyenler misyonları itibarıyla toplumun içinde olması gerekiyor.

Akademisyenin, ürettikleri ile bilim insanı; öğrencileri ile eğitmen; yayınları ile ürettiği bilginin yayıcısı olmasına ilişkin misyonları vardır. Akademi oyununa adım attığında bir yanı ile akademide kendini inşa ederken, diğer yanı ile akademinin kendisini inşa eder. Bir başka deyişle, akademinin kurallarını içselleştirirken, akademiyi de inşa eden sürecin bir parçası olur. Nitel desen kullanılarak yapılan Kültürel Sermaye ve Akademi[1] başlıklı çalışmada, akademisyenlerin kültürel sermaye seviyeleriyle akademiye ve akademiye ilişkin çeşitli kavram ve konulara ilişkin değerlendirmeleri betimsel olarak analiz edilmiştir.

Araştırmanın örneklemi üç ayrı akademik kuşağa mensup olan akademisyenlerden oluşturulmuştur. 1980 öncesinde akademi oyununa girenler birinci akademik kuşak, 1980-2002 arasını ikinci akademik kuşak ve 2002 sonrasını üçüncü akademik kuşak olarak belirlendi. 1980 senesinde yaşanan değişimlerin hem akademiyi hem de birçok kurumu ve dolayısıyla tüm toplumu dönüştürmede kilit bir role sahip olması, neden böyle bir tasnif yapıldığı sorusunu cevaplandırabilir. 2002 senesi ise ülkenin önemli bir siyasi dönüşüm yaşadığı bir tarih olarak karşımıza çıkar. Belirtilen dönüm noktaları gözetilerek örneklem grubunu çeşitlendirilmiştir. Buna göre, çalışmada 9’u birinci, 17’si ikinci ve 14’ü üçüncü kuşak olmak üzere toplam 40 akademisyen ile yarı yapılandırılmış sorulardan oluşan derinlemesine mülakat gerçekleştirilmiştir.

Kültürel sermayenin ekonomik ya da sosyal sermayeden bağımsız olmayan bir değeri söz konusudur.

Bourdieu’ye göre kültürel sermayeyi ölçmek için bireyin ebeveynlerinin ve hatta onların ebeveynlerinin eğitim seviyeleri, bireyin sosyal kökeni ve kültürel olaylara erişimini etkileyen yerleşim yeri ile bireyin kültürel aktivitelerinin sayısından oluşan bir indeks kullanılmalıdır.[2]  Bu anlamda, kültürel sermayenin ekonomik ya da sosyal sermayeden bağımsız olmayan bir değeri söz konusudur. Her bir farklı kültürel sermaye çeşidi birbirinden farklı değere sahiptir. Bu değer zorunlu olarak seviyesi yüksek bir değer olmayabilir, düşük seviyeli bir değer de olabilir.

Görüşülen akademisyenlerin kök kültürel sermaye seviyelerini ölçebilmek maksadı ile doğum yeri (kır/kent/metropol), anne ve baba eğitim seviyeleri, anne ve baba meslek türleri, sosyo-ekonomik seviyeleri, sanatsal ilgileri (yok/ilgi/icra), mezun olunan lise türü, evdeki kütüphanenin büyüklüğü (yok/orta/büyük), yabancı dilin öğrenildiği dönem ve yurt dışı tecrübe değişkenlerinden oluşan temel düzey kök kültürel sermaye endeksi oluşturuldu. Bu değişkenlerin her biri en küçüğü 1 ve en büyüğü 3 puanla temsil edilen kategorilere ayrıldı. Derinlemesine görüşmeler sonucunda elde edilen veriler bu endekse yerleştirilerek her katılımcının kök kültürel sermaye puanı hesaplandı. 11-18 aralığında alınan puanlar düşük, 19-25 aralığında alınan puanlar orta ve 26-33 aralığında alınan puanlar yüksek kök kültürel sermaye seviyesi olarak belirlendi. Araştırma kapsamında görüşülen akademisyenlerin %53’ünün düşük, %33’ünün orta ve %14’ünün de yüksek kültürel sermaye grubuna dahil oldukları anlaşılmaktadır.

Aktörlerin kültürel birikimleri ve onları değerlendirebilme yetileri olan kültürel sermaye, eğitimsel başarının da belirleyicisi konumunda. Kültürel sermaye, çocuklara ailelerinden örtük bir biçimde ya da ailelerinin özel çabaları neticesinde tevarüs eder. Bu aktarım pasif ya da aktif bir görünüm sergiler. Bourdieu’nün kavramsallaştırmasında habitus kavramı kültürel sermayeyi anlamlandırmak için önemli bir yer oluşturuyor.[3] Bireysel olan her şeyin aslında toplumsal bir arka planı olduğunu anlatan bir kavramdır habitus. Başka bir deyişle, kişisel tercih dediğimiz her şeyin toplumsal olandan ayrıştırılamayacağını anlatan bir kavram. Şöyle ki, gerçeklik üzerine düşündüğümüzde onun bizim için ne ifade ettiğini belirlerken, aslında bu durumun bizim kültür ve tecrübelerimizin bir ürünü olduğunu unutmamamız gerekiyor.

Türkiye’de akademiye dâhil olabilmek, çeşitli dönemlerde farklı sermayelere sahip olmayı gerektirmiştir.

Türkiye’de akademi oyununa dâhil olabilmek, çeşitli dönemlerde farklı sermayelere sahip olmayı gerektirmiştir. Örneğin, erken Cumhuriyetle birlikte akademinin ihtiyaç duyduğu kültürel sermayesi yüksek kadro, nitelikli eleman eksikliğinden dolayı yönetici elit kadrolarının çoğunlukla yurt dışında öğrenim görmüş aile efradı ile karşılanmıştır. Kültürel sermayesi yüksek bu yönetici sınıf, kurdukları yüksek sosyal ve kültürel sermayeleri ile uzunca bir süre akademi oyununun baş aktörleri haline gelmişlerdir. Elit dedelerin yüksek kültürel sermaye sahibi torunları, habituslarının da etkisi ile yurt dışına öğrenim görmeye gitmişler ve döndüklerinde tercihleri ve yatkınlıkları nispetinde devlet kadrolarında ya da üniversitede kendilerine yer bulmuşlardır. Birkaç örnek vermek gerekirse; 1933 yılında İstanbul Üniversitesi’nde çalışmaya başlayan Hulusi Behçet’in babası başkomutan ve Mustafa Kemal’in arkadaşıdır.[4] Doktorasını Zürih’te tamamlayan ve İstanbul Üniversitesi Botanik kürsüsünde Profesör olan Asuman Baytop’un babası Mustafa Kemal’in doktorlarından Mehmet Kamil Berk’tir.[5] Baytop’un kızı Feza Günergun da İstanbul Üniversitesi’nde profesör olarak görev yapmaktadır. Cumhuriyet dönemi üniversitesinde önemli görevleri olan Tevfik Sağlam, Kerim Erim, Fuad Köprülü, Cemil Bilsel, Şevket Aziz Kansu da babaları elit kadrolarda olan akademisyenlerden bazılarıdır.

Tanzimat ile birlikte toplumun tabanını oluşturan kitlelerce değil de bizzat devlet eli ile modernleştirme, Batılılaştırma ve laikleştirme yolunda adımlar atılmıştır.[6] Bu seçkin sınıf Osmanlı Türk modernleşme tarihi boyunca 1980’li yıllara kadar hegemonyasını sürdürmüştür. 1980’lere kadar hegemonyasını sürdüren bu bürokrat-aydın Osmanlı-Türk modernleşme sürecinin en belirgin aktörüdür.[7] Bu bürokrat-aydın tipin sosyal sermayesinden faydalanan sonraki kuşaklar, yurt dışında aldıkları üniversite ve lisansüstü eğitimlerinin de etkisi ile akademide seçkinci bir tavır sergileyerek toplum ile arasında kopukluğun yaşandığı bir akademinin oluşumuna katkıda bulunmuşlardır. Bu “seçkin akademisyen” yüklendiği toplumu aydınlatma, yönlendirme ve geliştirme misyonu ile hiyerarşik bir yapılanma bilinci oluşturmuştur. Üniversite üzerinde sosyal sermaye etkisinin başlangıcı sayılabilecek bu dönem, erken Cumhuriyet dönemi üniversitesine aynı misyon ile birlikte modernleşmeci ve Batılılaşma yanlısı zihin yapısını da devretmiştir. Bununla birlikte, Cumhuriyet elitleri Osmanlı’daki medrese kültüründen uzaklaşma isteği ile Darülfünun’u lağvedip ulus devlet misyonuna haiz üniversite kültürünün gelişimine ortam hazırlamışlardır.

Modern, gelenek dışı, seküler bir hayat tarzına sahip seçkin akademisyen, akademinin yeniden üretimini sağlarken toplumdan kopuk olmaya devam ederek “geleneksel” halk çocuğunu içine pek dâhil etmemiştir.

Toplumu eğiten, yönlendiren, bilinçlendiren olarak seçkin akademisyen ile toplum arasında yaşam tarzı anlamında da farklılıklar vardır. Modern, gelenek dışı, seküler bir hayat tarzına sahip seçkin akademisyen, akademinin yeniden üretimini sağlarken toplumdan kopuk olmaya devam ederek “geleneksel” halk çocuğunu içine pek dâhil etmemiştir. Yükseköğretim kurumlarının sınırlı sayıda ve belirli şehirlerde olması nedeniyle 1980’lere kadar akademi kadroları halk çocuklarının –kültürel sermaye ve sosyal sermayesi düşük olan aktörler- oyuna dâhil olmasına pek müsaade etmemiştir. Bu dönem içerisinde sadece çok başarılı halk çocuklarının Osmanlı geleneğinden aktarılan sisteme devşirilmesi usulü gözetilerek, yurt dışında eğitim görmeleri sağlanarak oyuna alınmışlardır. Habitusları seküler, milli değerler ve devletçi geleneklerle kuşatılmıştır. Dolayısıyla yeni akademisyenlerin oyuna dâhil olması ancak içerdeki akademisyenlerin kabulü ile mümkün olmaktadır. Bu da ancak benzer bir habitusa sahip olmaları ölçüsünce mümkün olmaktadır.

Akademisyenlerin sahip oldukları kültürel ve sosyal sermaye seviyeleri, bölüm veya akademisyenlik tercihleri ve özellikle bilinç düzeyleri üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Bourdieu kültürel sermayelerini okul yolu ile edinenlerin hatırı sayılır derecede kültürel miras yoluyla edinenlere kıyasla daha ‘klasik’ ve daha az riskli kültürel yatırımlar yaptıklarını ifade eder. Bu noktada tercih kategorilerini “hayatı idame ettirmek” ve “hayattan keyif almak” olarak ayırabiliriz. Hayatı idame ettirme temel maksadı ile tercihi belirlemenin daha klasik ve daha az riskli olduğunu söyleyebiliriz. Buna mukabil hayattan keyif almak şeklinde kategorize edebileceğimiz tercihin temel belirleyeninin merak, sevgi, ilgi olduğu noktada tercihlerin sonucunun çeşitli riskler taşıyabileceği düşünülmektedir. Yüksek kök kültürel sermaye sahibi olan akademisyenler daha çok ilgileri, merakları doğrultusunda bölüm tercihlerini yaparken düşük kök kültürel sermaye sahibi olan akademisyenlerin bölüm tercihlerini hayatı idame ettirme ve sınıf atlama isteğiyle tesadüflerin belirlediği görülüyor.

Görüşme yapılan akademisyenler, kültürel sermayenin eşitsizliğin yeniden üretimine olan katkısına ilişkin çeşitli değerlendirmelerde bulunmuşlardır. Bu noktada mezun olunan lisenin niteliğine vurgu ile ailenin kültürel ve sosyal sermaye seviyeleri en çok vurgulanan unsurlar arasındadır. Her ne kadar liyakat açısından kendisi ile en az aynı seviyede olsa da, belli başlı liselerden mezun olmanın akademide konumlanma üzerinde önemli etkileri olduğuna yönelik bir inanış söz konusudur. Eğitimin niteliği kültürel sermayenin belirleyici olduğu ilişkilerin de temel belirleyenidir.

Görüşülen akademisyenlerin çoğunluğu, toplumun akademisyene ilişkin algısında bilginin yarattığı itibar, saygınlık ve gücün akademisyeni yücelttiğini, üst düzeye çıkardığını belirtmektedir. Bununla birlikte, akademinin kitleselleşen yapısının bu saygınlığı yitirmesine sebep olduğunu ifade edenler de vardır. Geçmişe kıyasla akademisyenin elit olmadığına yönelik inancın arkasında yaşanan toplumsal değişimin akademiye yansımasının ve halk çocuklarının akademide yer almasının payının yüksek olduğunu düşünmektedirler. Akademisyenin elit olup olmamasını sadece bilgisinin değil, yaşam tarzının ve görgüsünün belirlediğine dair genel bir kanı söz konusudur. Akademisyenin halktan farklı olması gerekliliğine olan inanış, elitizme karşı çıkışan aktörlerin dahi elitist bir zihne sahip olduğunu düşündürmektedir.

Kök kültürel sermaye, akademi oyununa dahil olurken geliştirilen bilinç kadar oyun içinde geliştirdikleri stratejileri ve oyunu oynama biçimlerini de etkilemektedir. Örneğin; farklı siyasi görüşlere ve farklı akademik unvanlara sahip olan iki aktör doktora süreçlerinde akademi-siyaset ilişkisinin olumsuz yönlerinden etkilendiklerini anlatmışlardır fakat akademik kariyer yönünden farklı deneyimlere sahiplerdir. Bu farklılaşmada kültürel sermaye seviyelerinin de etkili olduğu düşünülmektedir. Şöyle ki, yüksek kök kültürel sermayeye sahip olan katılımcımız bireyin habitusu aracılığıyla oyun içinde nasıl davranılacağına ilişkin yatkınlığın göstergesi olan kültürel sermaye seviyesinin etkinliği ile rasyonelliğini koruyarak, pragmatist davranarak, kendisinin elinde olan kısmı ile akademik süreçlerini devam ettirirken, kök kültürel sermaye seviyesi düşük olan katılımcımız duygusal bir yaklaşım sergileyerek küskünlük geliştirmiştir. Sosyal kökenleri ve aileden miras aldıkları öğrenme ve ifade etme araçlarını içeren kültürel sermaye seviyeleri yaşadıkları ötelenmelere cevap verme biçimlerini etkilemektedir.

Akademisyenin sosyal kökeni ve aldığı eğitim, akademi oyununa adım atarken sahip olduğu kültürel, sosyal sermayeleri, oyunu devam ettirirken karşısına çıkan engelleri minimize etmek ya da oyuna adapte olmak noktasında katkı sağlar. Tevarüs edilen bir kültürel sermaye ile oyun içinde olmak ve oyun içerisinde o kültürel sermayeyi kazanmak, kültürel sermaye düzeyinde ve oyunu oynama biçiminde çeşitli farklılıklar oluşturur.


[1] Ayşe Mahinur Tezcan, Kültürel Sermaye ve Akademi. Ankara: Sakarya Üniversitesi Yayınları, 2022.

[2] Michele Lamont, Annette Lareau, “Cultural Capital: Allusions, Gaps ands Glissandos in Recent Theoretical Developments”, Sociological Theory, Vol: 6, No: 2, 1988, p. 164.

[3] Pierre Bourdieu, Loïc J. D. Wacquant, Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar, Ed. Pierre Bourdieu, Çev. Nazlı Ökten, İstanbul, İletişim Yayınları, 2003, s.113.

[4] Çağatay Üstün, “A Famous Turkish Dermatologist Ord. Prof. Dr. Hulusi Behçet”, İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, 9(2), 2002, p. 136.

[5]  Feza Günergun, “Asuman Baytop’un Özgeçmişi, Botanik Gezileri, Bitki Koleksiyonu, Kitapları, Yayın Listesi”, Osmanlı Bilimi Araştırmaları, XI/1,2, 2010, s. 5.

[6] Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri: 1895-1908, 4. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 1992, s. 71; Ejder Okumuş, Türkiye’nin Laikleşme Serüveninde Tanzimat, İstanbul, İnsan Yayınları, 1999, s. 16.

[7] Gazi Berber, “Türkiye’de Sosyal Tiplerin Evrimi ve 1980 Sonrasında Seçkinlerin Kültürel Dönüşümü”, Karadeniz Teknik Üniversitesi İletişim Araştırmaları Dergisi, Yıl: 2, Sayı: 4, ss.2-12, s. 2.

0 yorum

Diğer Yazılar