Günümüzde kentleşme dendiğinde, bütüncül bir ifadeden ziyade mevcut sorunlar üzerinden tanımlanan kavramlar ortaya çıkmaktadır. Güncel pratikler ve çalışmalarda, kentlerin kontrolsüz büyümesi, kırsal gelişme ve göçler, afetlere dayanıksız kentleşme, altyapı ve çevre sorunları, ulaşım sorunları, planlama sisteminden kaynaklı sorunlar, yerel yönetimlerin kapasitesi vs. temalı birçok kentleşme problemi ortaya çıkmaktadır. Kentleşmenin politika, uygulama ve akademik söylem olmak üzere üç ayaktan oluştuğu ön kabulüyle baktığımızda, kentleşme biçim ve tanımlarının da bu kategoriye göre değiştiğini görmek sürpriz olmayacaktır. Söz gelimi kentsel dönüşüm konusundaki kabuller, bir yerel yönetim insanıyla, kent plancısında ya da yatırımcı şirketin yöneticisinde birbirinden çok farklı hale gelebilmektedir. Bu aktörlerin söylem ve uygulamaları arasındaki makas açıldıkça kentsel problemlerin arttığını görebilmekteyiz.
Kentleşme temelde, Ruşen Keleş’in ifadesiyle sanayileşmeye ve ekonomik gelişmeye koşut olarak kent sayısının artmasını ve günümüzdeki kentlerin ortaya çıkmasını sağlayan toplum yapısında, artan oranda örgütleşme, iş bölümü ve uzmanlaşma yaratan, insan davranış ve ilişkilerinde kentlere has değişikliklere neden olan bir nüfus birikim sürecidir. Bu süreçte az önce de bahsedildiği gibi her aşamada bu üç ayağın (politika/uygulama/akademik söylem) birlikteliği, niteliği belirlemektedir. Türkiye’deki kent çalışmalarında kentleşmeye iki koldan bakma eğilimi vardır. Birincisi fiziksel varlığını sağlayan demografik ve ekonomik durumlar, ikincisi ise sürdürülebilirlik temeli olarak tanımlayabileceğimiz kent kültürüdür.
Türkiye’de Kentleşme Serüveni
İlk olarak ülkemizdeki kentleşmenin fiziki varlığı olarak demografik ve ekonomik yönünü kabaca Tanzimat ile 1930 arası dönem, 1930-1950, 1950-1980, 1980’ler ve sonrası olarak gruplayabiliriz. 1930’lara kadarki kentleşme, değişen sosyoekonomik durumlar (şehirleri kuran mimarlar ocağının yok oluşu ve sermaye sahiplerinin değişimi ile yeni yapı üretim aktörlerinin artması, batıya açılma, ulaşım ağlarının değişimi, politik dönüşümler ve yeni kamusal yapılar) nedeniyle yapılmış, daha çok Fransız ve İtalyan ekollerinde planlama desteği alınmıştır. 1930-1950 kentleşmeleri yeni kurulan Cumhuriyet Türkiye’si söylemleri ile çerçevelenmiş, ülkenin çeşitli yerlerinde açılan fabrikalar ve tarımda makineleşme kır-kent ayrımını güçlendirmeye başlamıştır. Yeni idari merkez olan Ankara’nın ise bir kentleşme modeli olarak tanımladığını söyleyebiliriz. Söylem ve planlama açısından Alman ekolünün etkili olduğunu görmekteyiz. Bu süreçte kentleşme normal seyrinde artmakta, kentler kendi dinamiklerinde büyümektedirler.
1950-1980 kentleşmelerine baktığımızda ciddi anlamda demografik değişimden söz etmek mümkündür. Bu dönemdeki kentleşme hareketlerini bir önceki dönemden ayıran en önemli fark, kentlerin doğal nüfus artışından çok, kırsal alandan kentlere yönelik göçlerle büyümeleri olmuştur. Böylece günümüzde bile sonuçları ile devam etmekte olan gecekondulaşma sorununun temeli atılmıştır. İstanbul, Ankara, İzmir gibi başat şehirlerin çıkarılan kanunla büyük kent statüsüne kavuşması ve mücavir alanlarının genişlemesi kent nüfuslarının kısa sürede değişmesine neden olmuştur. Zonguldak, Kırıkkale, Batman, Ereğli, Karabük gibi sanayi temelli kentleşme tipleri artmıştır. Ulaşımın demir yolundan karayolu ağırlıklı hale geçirilmesi, mevcut planların çeperlerinin değişmesine, yeni büyük ölçekli planlara ve tüm bu değişen ağa hizmet edecek yapılaşma yoğunluğuna sebep olmuştur. Söylem ve planlamalarda Amerikan temelli ekollerin olduğunu görmekteyiz. Bu süreçte kentleşme çok hızlı bir şekilde artmış, köyden kente göç hareketi, kentler arası yoğun hale gelmiştir.
1980 sonrası kentleşmelerine baktığımızda kentleşmenin daha kontrolsüz bir hale geldiğini, devlet eliyle yapılan sanayi bazlı projelerin daha büyük ölçekli ekonomik kalkınma projelerine (GAP gibi) everildiğini, doğuda terör sebepli (Viranşehir, Yüksekova, Bismil, Siverek gibi) batıda turizm temelli (Marmaris, Alanya, Manavgat, Fethiye gibi) kentleşmenin ve batıya doğru göçlerin arttığını görmekteyiz. Ama geriden bu günümüze doğru bakıldığında değişen tüm verilere rağmen kentleşmenin değişmeyen temel unsurunun dönüşen ekonomik üretim biçimleri olduğunu okuyabiliriz. Bu bağlamda mekânsal ölçekte baktığımızda, örneğin görece az kentleşmiş bir yere yeni bir üniversitenin açılması ilk etapta bir eğitim sistemi kararı gibi görünse de sosyo-ekonomik açıdan doğrudan kentleşmeyi yönlendiren bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.
Türkiye’de Kent Planlamasındaki Tutum
Bir kentte açılan bir üniversite ile oraya eğitim için gelmiş kadro ve öğrencilerin en az birkaç katı kadar insanı etkileyen kentler arası ekonomik etkinlikler, kentteki emlak piyasasının seyri, barınma kültürünün değişimi, ulaşım sorunları, bu kadar insana hizmet etmesi gereken sosyal donatı alanları ve kamu kuruluşları gibi birçok şey, kentleşmenin nasıl olacağını belirleyen bir neden olarak ortaya çıkmaktadır. İlk planlamalar ve verilen kararlar, süreç hesaba katılmadan uygulandığı zaman en başta bahsedilen kentleşme sorunları olarak bize dönmektedir. Uygulamaya koyulan planların kısa vadede ki istatistiki verileri tartışmasız gereklidir ancak, bu çalışmalar bütüncül yürütülmediği zaman durum tespitinden öteye gidememektedir. Bunun gibi durumlar, yapılan planların ve verilen kararların yeterli bir izleme/ denetleme sisteminin olmamasıyla ilişkilendirilebilir.
Söz gelimi planlanan yerleşimi kullanacak kentlinin gündelik alışkanlıkları, yaşama biçimi, ihtiyaçları göz önünde tutulmadan, mühendislik bilgisi ve imar hukuku zeminine oturacak temel sayısal verilerle bir bina yaptığımız zaman ve izleme/denetleme de yapılmadığında en basitinden çokça görmeye alışkın olduğumuz balkon kapatma uygulaması şaşırtıcı olmamaktadır. Hatta bir süre sonra süreç tersine dönerek, ne de olsa kapatılacak diye düşünülüp konutların mekân planlamasının ona göre yapılması da doğal bir sonuç haline gelmiştir. Kayıt dışı yapılaşmayı görmek için binaların çatılarını görecek kadar yükseğe çıkmamız bile yeterlidir.
İmar planlarını hazırlayan ve uygulayanlar, sadece binalar yapılıp bitene kadar güncelliğini korumakta, sonrasında ise bir sorumluluk almamaktadır. Örneğin, bir şehir hastanesi yapmak asla sadece bir hastane yapmak değildir. Aktif olarak oraya gelecek insan yükünü, oradaki kentsel örüntüyü de yönetmek demektir. Büyük ölçekte de aynı şeyler söz konusudur. Kentsel donatı alanlarının mevcut durumda bile yetersiz olduğu yerleşimlerde, yeni uygulamalarla yüksek yoğunluklu yapı yapma izni vermek ciddi problemleri beraberinde getirmektedir. Planlamaya tüm bu süreçleri dahil etmemek, kentsel ölçekte sorunları doğuran bir davranış biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Politika – Uygulama – Akademik Söylem Üçgeninde Kent Planlaması
Türkiye’de sürdürülebilir bir kentsel gelişmenin sağlanabilmesi ve kent kültürünün yaşayıp aktarılabilmesi için, etkin bir mekânsal planlama, uygulama, izleme/ denetleme sisteminin kurulması ve bunu sağlayacak kurumsal yapılanmanın oluşturulması gerekmektedir. Bu noktadan bakıldığında konunun başında bahsedilen kentleşmenin politika, uygulama ve akademik söylem ayakları ve aralarındaki tutarlılık önem arz etmektedir.
İlk basamak olarak, politika kategorisine baktığımızda planlamalar ciddi bir kurumsallaşma sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Tarihsel süreç içerisinde bu ayağın güncel politik söylemlere bağlı olarak çokça değiştiğini, büyük ölçekli plan ve projelerin alıcısının muhakkak olduğu/oldurulduğu ön kabulü ile yapıldığını görmekteyiz. Seçim kaygısına paralel oluşturulan projeler, yapılan projelerin denetim ve izlemelerinin zayıf kalışı, tüm bu süreçleri takip eden kurumların kurumsal bir söylemden ziyade gelen yöneticilere göre vizyonunun değişmesi, bu kurumların yetki alanlarının tanımsızlığı ve sorunların çözümünün gün sonunda şahısların inisiyatifine kalıyor oluşu kentleşmenin politik ayağını sıkıntılı bir hale getirmektedir.
İkinci olarak uygulama kategorisinde plan kararlarının koyucuları, tasarımcılar, hukukçular, yerel yönetimler, yapı üretim aktörleri gibi birçok kalem sayılabilmektedir. Bu kısım aslında güncel politik ve ideal olan akademik söylem arasındaki dengeyi kuracak en önemli kısmı oluşturmaktadır. Mevcut kentleşme seyrimize baktığımızda belirtilen kalemlerin tümünde de politik ya da ilkesel tutum sergilemek arasında ciddi bir gerilim olduğunu da görmekteyiz. Planlamalar bu iki uçta kararlarla hazırlanıp süreç, izlenmesi ve denetimi eksik bir şekilde sonlandırılmaktadır. Bunun dışında birtakım projelerin coğrafya ve yaşam kültürü fark etmeksizin seri imalat mantığında üretilmesi ayrı bir sorun kaynağıdır. Söz gelimi artık öncü ülkelerde bile çoktan bırakılmış olan yerden bağımsız ızgara tipi bölge planlarının, hala uygulanıyor oluşu (üstelik ülkemizde eski yerleşkelerde doğaya rağmen değil doğayla birlikte şekillenmiş kent planlarını görebilecekken) kentleşmenin şahsiyet kazanmasını engelleyen bir tutum olarak görülebilir. Örneğin Ankara’nın bazı mahallelerindeki dik yokuşlar ve kışları çıkamayan arabaları düşünelim. Bu mahalleler kâğıt üstünde cetvelle düz çizgiler halinde değil topografyaya göre planlanmış olsalardı, inşaat maliyetleri, ulaşım, çevre dahil birçok konuda daha sürdürülebilir bir kent dokusu elde edilecekti.
Üçüncü olarak da tüm bu süreçleri yönlendirecek ilkelerin üretildiği akademik söylem konusu gelmektedir. Kentleşme konusu sosyoloji, psikoloji, şehir ve bölge planlama, mimarlık, harita mühendisliği, kamu yönetimi, çevre mühendisliği gibi birçok disiplinini ilgilendirdiği halde, bu konuda ortak bir terminolojiden bahsetmek pek mümkün değildir. Bu meslek grupları bir araya gelseler dahi kendi disiplinlerinin ölçeği ve dilinin dışına çıkamamaktadırlar. Bu, temelde akademide bütüncül eğitim anlayışının ve uygulamasının eksik kalması ile ilgili bir problemdir. Bunun dışında kentleşme ile ilgili akademik çalışmaların, başlangıçta farklı süreç geçirmiş batı toplumlarının ulaştığı sosyolojinin çevirileri üzerinden yapılması da problemli bir alan oluşturmaktadır. Bilimsel araştırmada metotlar paylaşılabilir ancak saha araştırmalarının temel parametreleri aynı olmayacaktır. Kentleşme konularını kavramsallaştırdıkları için çalışılması şüphesiz gerekmekle birlikte, “Chicago okulu şunu söylemiş, eleştirel teori böyle demiş, endüstri devriminde kentler böyleymiş, ulusal kalkınmacılık şu coğrafyada bu sonucu vermiş, Ruhr bölgesinde kentsel dönüşüm şu şekilde yapılmış” çerçevesinde üretilen bilgiler pratiğe dönüştürme anlamında taklit üretmenin ötesine genelde geçememektedir. Bu veriler şüphesiz ki değerlidir ancak bu noktada üretilecek akademik söylemler ve çalışmalar kendi dinamiklerini iyi belirleyerek oluşturulmalıdır.
Kent sosyolojisi sanayi devrimi ile başlatılır ancak kendi kentlerimizin dönüşümünü etkileyen, başka zaman dilimlerinde gördüğümüz büyük ölçekte ki üretim ağlarını, kentleşmeleri nasıl açıklayacağız? Yüksek yoğunluklu kapalı konut siteleri çalışmalarında neden ABD kökenli suç araştırmalarını baz almak durumunda kalıyoruz? Suç temelde psiko-sosyal bir durumken farklı kültürlerdeki parametreleri eş tutmak ve buna bağlı çalışmalar yapmanın buraya özgü ilke belirlemede ne kadar yararlı olacağı tartışılmalıdır. Kamusal hayat tecrübesi veya en basitinden karşısındaki insana yaklaşma sınırı ortalama bir Türk’ten farklı olan kuzey Avrupalı insan ile aynı kentsel normları mı sıfır noktası kabul etmeliyiz? Tüm bunlar bir yana bu standartların dışında kalan alanların bilim dışı, etnografik ya da folklorik olarak nitelendirilmesi, yapılan tespitlerin ve alınan kararların, kullanıcısı olan kentliyi yabancı hale dönüştürmesi kaçınılmaz bir sonuçtur. Tam da bu nokta, kentliyi ya mevcut kuralların boşluğunu bulup kullanacak bir kurnazlığa itmekte ya da tamamı ile kendi kentleşme serüvenine yabancılaşmış bir kentli prototipine dönüştürmektedir.
Son Söz
Unutulmamalıdır ki sürdürülebilir ve az sorunlu bir kentleşme, kentlilerin kenti sahiplendiği, paydaş olduğu ve hukuki yaptırım olmaksızın da kurallarını benimsediği bir sistemle mümkün olur. Örneğin İspanya’da, dar sokakları olan bir yerleşkede, sokağa cephesi olan konut sahiplerinin balkonlarına çiçek ekmesi karşılığında çevre vergisinden ciddi bir indirim alıyor oluşu, sonuç olarak her tarafı çiçeklerle bezeli sokak görünümünü ortaya çıkarıyor. İnsanı sürece katmadan, sadece hukuki kurallarla ve sayısal verilerle düzenlenen kentsel bir yaşamdan söz etmek oldukça zor. Yaşantıyı sağlamanın yolu, öncelikle planlamayı yaparken mekânı ve kentliyi iyi tahlil edip ona göre yapmak, toplumun kendi değerler sistemine uygun bir ilkesel dil oluşturmak, güncel politikalarla sık sık değişen vizyonlar yerine kurumsallaşmayı öncelemek, tüm bunları yaparken kentliyi süreçlere dahil etmek, kenti benimsemesini ve kent kültürünü yaşatıp aktaracak duruma getirmektir. Bir de tüm bunları yaparken sadece başlangıçta değil süreç içerisindeki tüm aşamaları ve dönüşümleri izleyip yeni planlamalarda kullanılabilir veriler elde etmektir.